Ana içeriğe atla

5posta Röportajı

Merhaba. Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğin için teşekkür ederim.  Bize biraz kendinden bahseder misin? Kimsin, nasıl birisin, nerede yaşar, ne iş yaparsın? :))

Teşekkür edecek bir şey yok. İş veya angarya görsem zaten yapmazdık bu söyleşiyi. Belki eğlenceli olabilir diye ''hadi yapalım'' dedim. Kim olduğumu anlatabilir miyim bilmiyorum? Zor bu galiba. Kendimin olduğunu düşündüğüm insan gibi algılanmıyordur zaten dışardan. Öyleyse bu sorunun cevabını blogu az çok takip edenlere veya bu söyleşiyi okuyanlara bırakayım. 

Yalnızca şunu söyleyebilirim belki; bazen arkama yaslanıp bakıyorum, hem blogda baya yazı girmişim, hem de FriendFeed'de oldukça aktif bir profilim var. Bunlardan çok konuşan ve sosyal biri olduğum çıkarılabilir belki ama bu yanıltıcı olur. Günlük hayatta oldukça az konuşan biriyim. Kalabalığı da sevmiyorum etrafımda. Belki tüm bunları dengelemek için yazıyorumdur.

İşe güce, yuvaya gelince... Kuzeyin Venedik’i olan Stockholm’da yaşıyorum. Bir iş yapmıyorum doğru düzgün. İnternet branşında çalışmışlığım var. Çok uzun zaman bar işlettim, kendim de çalıştım içinde. Belki insanlara tahammül edememin sebebi bu olabilir. Geçen sene bıraktım o işleri. Şu anda hazır yiyorum. Kafamdaki ipe sapa gelmez projeleri hayata geçirmek için uğraşıyorum.


5posta.org'da Fenasi ismiyle yazıyorsun. Neden 5posta.org diye bir blog adı? Neden kendi isminle değilde bir Fenasi nickiyle yazıyorsun? Bunun özel bir nedeni var mı?

Hahaha!! Bak, bugüne kadar başıma çok defa gelen, tekrarlanan bir şeyi anlatayım. Bazen mail kutusuna iletişime geçmek isteyen kişilerden mesaj geliyor. Bunların kadın olanlarının büyük kısmının ilk hoş-beşten sonra merak ettiği, neden Fenasi gibi kıro bir rumuzla yazdığım. Oysa aslında bana karşı çok pozitif düşünceleri var bu insanların. Gel gör ki, konunun açılış biçimi, gelişmesi ve sonunda; bana, sanki nişanlanacakmışız ama bu isimle beni arkadaşlarına veya babasına takdim etmeye utanıyorlarmış gibi geliyor.

Bir yerde başarıya ulaşmışım o zaman bu rumuzla... Çünkü avatar ve rumuzun yüzeysel planda bazen içerik kadar önemli addedilebildiği internetlerde, ciddiye alınmak konusunda 'Beşte biter, dört averaj veriyorum'' diye iddialı bir söylemle giriş yaptırıyor Fenasi bana.

Ancak dürüst olmak gerekirse, şu kadar zaman sonra  baktığımda çok da memnun olduğumu söyleyemem bu rumuzdan. Çok düşünerek bulduğum bir şey değildi. Aslına bakarsan tüm olay, yani bir blog tutmaya karar vermek, isim bulmak, lanse etmek vs, tamamen göle maya çalmaya benzer bir durumdu benim için. Türkiye ve Türkçe ile oldukça uzak olduğum dönemlerde ''bakalım ne olacak'' diye giriştiğim bir proje. O yüzden çok fazla sallamadım ilk başta hiç bir şeyi. 5 Posta ismi bence çok başarılı. Ancak bu ismi bulmanın rehaveti ile rumuzu boşlamış olmalıyım.

Kendi ismiyle yazmak, yazmamak konusu genel olarak çok konuşuldu. Şöyle diyeyim: Yazarken çoğumuzun yaptığı şey aslında bir yerde teşhirci mastürbasyon. Bu mastürbasyonu yaparken okurun karşısında tüm çıplaklığınla duruyorsun. Beni ismimle, cismimle tanıyanların karşısında bu halimle kendimi rahatsız hissedeceğimden, kendimi ister istemez kısıtlayacağımdan şüphelenmiştim en başta. Sonraları bunun çok da öyle olmadığını gördüm. Gördüm ama bu sefer de Türkiye'nin kendine has yapısından ötürü her şeyi, her yerde açıkça söyleyenlerin üzerine fiziki, psikolojik veya hukuki şiddete başvurularak gidildiği gerçeği sık sık gözüme sokuldu.

Bunu korkaklık olarak görenler de var. Nick'inin arkasına saklanarak yazanlar ... diye başlıyorlar eleştirilerine. İyi de bebeğim, sen adınla yazıyorsun, çiçek, böcek, firefox sürümü yazıyorsun. Oysa içinde fırtınalar kopuyor, biliyorum. Al bir nick, rahatla. Kendi kendine yaşadığın hayal kırıklıklarının ve yetememenin faturasını nick'li olanlara kesme!


Böyle kaliteli ve yayın içeriğindeki kalitesinden dolayı zor olan bi blog fikri nasıl ortaya çıktı?


Kaliteli mi bilmem. Çok sayıda çer-çöp de var içinde, ''aa bu baya iyi oldu'' dediklerim de. Başkası bu konseptte yapsa, okurdum. Zaten blogun çıkış noktası da bu. Kendi zevkime göre okuyacak bir şey yoktu internetlerde. Ben yapayım, bakalım nasıl olacak diye çıktım yola.

Tabii blogu yapmaya karar verdiğim günlerdeki durumumu da kısaca geçmem lazım ki, çıkış noktasını iyi açıklamış olayım:

Benim çevremde sabah gidip, akşam gelmeli bir işi olan insan çok az olmuştur. Bugün yine öyle, o gün de öyleydi. Biraz da keyif pezevenkleri birbirini buluyor tabii. Buradaki yaşam, buraya ailesiz ve yalnız gelmiş benim gibiler için farklı. Yaşadığın yere hiçbir zaman ait olmadığın için yuvanı da yapasın gelmiyor. Ben ve arkadaşlarımın ödemesi gereken bir taksidi, kooperatif evi, yazlığı, bankada yatırımı, araba masrafı gibi dertlerimiz yoktu ve böyle bir yaşam tarzının üzerine hem sistemi dolandırarak, hem de ücreti iyi siyah işlerde çalışarak günümüzü gün ettiğimiz zamanlardı. Gece çalışıyor, kazandıklarımızı yine gece yiyorduk. Gündüz saatleri ise bir kafede oturup lak-lak etmek için ayrılmıştı. Gecelerin olayları gündüzün geyiği oluyordu. Bir bakıma Seinfeld’daki gibi Monk’s Coffee sohbetleri gibi… Bu lak-lak konuları, blogun da konusu olsun diye düşündüm. Tahmin edersin ki insanın karnı tok, sırtı pek olduğunda kafası çoğunlukla bir işe çalışır.

Kendi aramızda geçen konuların bazılarına yeterli cevap bulamadığımız oluyordu. Merak ettiklerimize internetten bakasım geldiğinde, bu konularda yeterli Türkçe içerik olmadığını gördüm. Japon pornografisinde cinsel organları sansürlemek için niye blur koyuyorlar mesela? Türkçe içerik yoktu ama İsveç’in en ünlü sushi ustalarından 64 yaşında bir Japon’u tanıyordum. Ona sordum. Aldığım cevabı ilginç bulunca bunu insanlarla paylaşmak istedim. Blogun hikayesi, bir ceviz kabuğuna sığdıralacaksa, budur.

Yaşadığım ve tanık olduğum ya da bana anlatılan tecrübeleri yazasım geldi..  Bir de benim işim çok kolay oldu tabii. O gün ve hala bugün piyasada cinsellikkonusunda içerik üreticiler, ‘o büyük kitle’ye hitab ediyorlar.  Neden kalkmıyor, neden erken boşaldım, nasıl uzatırım, göğüs büyütücü krem, erkeğinizi elinizde tutmak için 15 yöntem, kocam porno seyrediyor'' gibi benim hiç ilgimi çekmeyen konuları, genel akıma uygun bir yayın politikası ile işliyorlar. Bunu anlayışla karşılayabilirim. In the dollar we trust... Peki ya dipten yukarı doğru gelen baskı? Uzun kuyruğun talepleri?

O yoktu çok fazla. Bu alanda bir kitleye hitap edebileceğimi düşündüm. Hiç yoksa başlayayım, ''her kitabın bir okuru, her okurun bir kitabı vardır'' dedim.

İçeriği oluşturmanın bir zorluğu yok benim için. Gözlem yapmayı seviyorum. İlgimi çeken şeyleri araştırmaya, öğrenmeye bakarım. Bir başka avantajım da burada gerçekten çok kültürlü bir toplum yapısı var. Yani, shibari veya japon pornosunu kim 60 küsür yaşındaki bir sushi ustasından dinleyebilir ki? Sevgili Toshi-san... Bende emeği büyük.



Sence blogun +18 mi? 


Zor bir soru. Dürüst olmak gerekirse, 15 yaşında bir insan anal seksi merak edemez mi? Ya da etmiyor mu, diyeyim... Bugün 15 yaşında bir çocuk, google’da arama yapmayı internetten sorumlu devlet bakanından daha iyi biliyor.  İkisi de ‘’anal sex’’ aratsa, hangisi daha fazla video paylşım sitesi bulur? Bu insan yavrularına birilerinin ass to mouth'un hijyenik olmadığını anlatması lazım. Her şey YouJizz videolarında göründüğü gibi değil.

Bunun yanında, içerik sahibi ve siteyi modere eden kişi olarak kendi beynim hoşaf olmasın diye +18 değil, +28 gibi bir ibare koymayı defalarca düşündüm bloga. Böylesi hepimiz için daha iyi olurdu.

Ergenlere, M.E.B nin okullarda müfredata koyduğu, çağdaş biçimde yapılandırılmış cinsel eğitim dersleri yeterli. Öyle olması gerek. Öyledir de herhalde.


Blogunla ilk defa karşılaşan kişi direkt olarak pornografik olduğunu düşünüyor. Blogunu senden dinlersek, blogun nasıl bi yer ve sen kendini nasıl bi blogger olarak tanımlarsın?  

Andres Serrano ilginç bir sanatçı. Çok hoş eserleri var. Bazılarını hemen buraya alalım. Kiss, yani öpücük; http://bit.ly/g4nqW6 Piss Christ, sidik içinde yüzen haçın üzerinde çarmıha gerilmiş İsa; http://bit.ly/gzxhJX , At ve Kelebek; http://bit.ly/hv8c94 ve son olarak da Aşk. http://bit.ly/f6SXYO

Adamın sergileri biraz gürültü yaratsa ve tepki çekse de ‘’pornografik’’ değil bence. Sanat ve sanatçı provokatif olmalı bana göre. Onun da yaptığı bu. Zaten adam ‘artist’, yoksa adına ‘pornograf’ derlerdi.

Haşa, kendime de öyle ‘kendi çapında bir sanatçı’ payesi verecek halim yok tabii. Ancak tıpkı Serrano örneğinde olduğu gibi iletişimde, mesaj iletmede kullanılan dil ‘ofansif’ olabilir. Burada ‘ofansif’ kelimesini ‘pornografi’ kelimesini kullanmamak için kurnazlıkla veya kaçamak yaparak kullanmıyorum. Çünkü Serrano’da gördüğümüz şey kesinlikle ‘pornografi’ değil. Pornografinin tanımı için sayfalarca yazarız, saatlerce konuşuruz. Fakat ben, sokaktaki insanın anlayabileceği bir dille ifade edeyim. Bir şeyin pornografik olması için ona otuzbir çekebilmen lazım. Amacı budur pornografinin: Seni boşaltmak. Boşalmak yerine kızıyor, iğreniyor veya en iyi ihtimalle 10 saniye durup, gördüklerini düşünmeni sağlıyorsa, o, bildiğimiz anlamda pornografi değildir. Ha literatürde ne yazdığı umrumda değil. Bu, benim tanımım.

Blogun da nasıl bir yer olduğunu açıklamış olmalıyım böylelikle. Bokta boncuk arayanlar her zaman olacaktır. Onlara da yardımcı olayım. Madem cinsellik, seks konusunda mütevazi paylaşımlar yapacağım diye başladın, ne diye öyle mesaj, iletişim dili diye artistik yapıyorsun?

Blog, yaşayan bir organizma. Doğuşu, büyümesi, gelimesi, inişleri, çıkışları var. Bu amaçla başladım, aynı amaçla da devam ediyorum diye bir şey yok. Tabii aynı şekilde çıkış amacımı da tamamen bıraktığımı kimse söyleyemez.

Cinsellik, erotik, pornografi zaten geleneksel olarak eşitlik, tolerans, bireyin özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü konuları altında her zaman görülen elementler olmuştur.  Tabii bunun böyle olduğunu okuyorsun, teorik olarak biliyorsun. Hatta literarütü var ama seviyeyi yükseltmeyeyim şimdi. Fakat bunları bilmek başka bir şey, senin veya tanıdıklarının başına gelmesi, birebir yaşaman ayrı bir şey.

Türkiye’deki sansür ile ilk ciddi karşılaşmam, Bilim Din ve Felsefe adlı blogun erişime engellenmesiyle oldu. Bu olayla beraber dikkatimi biraz daha bu konulara verdim. Zaman zaman oldukça ağırlıklı olarak düşünce ve ifade özgürlüğü, sansür konularını işledim blogda. Daha doğrusu kişisel bir blog olduğu için ne ile ilgileniyorsam, hangi konuda potansiyel okurlarla iletişmek istiyorsam, onları işliyorum blogda.  


Blogunun en çok hangi yönü eleştiriliyor? Ve sen bu eleştiriler hakkında ne düşünüyorsun?


Blogun her yönü eleştiriliyor. Ta en başından beri böyle oldu bu. Kukusunu dobermana yalatan hatun ile ilgili bir yazımın yorum bölümünde kakara kikiri, güle oynaya paslaştığım insanlar, içinde din eleştirisi olan bir başka yazıya bozulup gittiler mesela. Fuhuş ile ilgili bir başka yazı için feministlerle ve devrimci görüşte okurlarla papaz olmuşluğum var. Uzun bir süre Turkish liberallerle sıkı fıkıydık blogda. Bu sahte aşk, FriendFeed’de son buldu. Açık söylemem gerekirse ideolojik nedenli eleştirileri hiç tınmıyorum. Tınmamamın başlıca nedeni, ne benim ne de onların kendimizi değiştiremeyeceğimiz gerçeği. Ayrıca herkes de bir şemsiye ve grup altında kimliğini bulmuşa benziyor. Bunların arasında kendime yer göremiyorum. Açıkta kalınca yağmuru yiyorsun. Olağan şeyler…

Aslına bakarsak blogun çok eleştirilmesi iyi bir şey. Demek ki rahatsız edici. Rahatsız olup, arkanı dönüp gitmek var. Ama o kişi zahmet etmiş, eleştirmiş. Teşekkürler ona. Kendime de pay çıkarayım; demek ki yeteri kadar rahatsız edebilmişim.

Bir de beni değiştirebilecek, bana cidden bir kazanım verebilecek eleştiriler var. Aşağı yukarı her yazımdan sonra Sütlükahve, imla ve anlatım hatalarımı bildirir bana. Deniz Tan ve TozVeGaz ise daha çok nasıl yazdığım ile ilgili eleştiriler getiriyor. Bunları çok değerli buluyorum. Ayrıca kendine mesih süsü vermeyen, sade okurların ‘’çok entele kaydın, biraz daha seks yaz’’ gibi yorumları (daha bugün aldım) da değerli. Her şeye rağmen blogda dengeli ve tüketilebilir bir içerik sunmak için bunları dinlemeye çalışıyorum.


Yazdıklarını yaşanılmış bir samimiyette aktardığını görüyorum. Hatta yazdıklarını sanki okumuyor, böyle karşıklıklı oturmuşuz da, sen konuşuyorsun ben dinliyorum gibi bir samimiyette hissediyorum bunu nasıl başarıyorsun?


Nasıl başardığımı bilmiyorum. Bir formulüm yok. Şurası belli ki yazma konusunda biraz da olsa yeteneğim var galiba. İsveç’e ilk geldiğim yıllarda dil kursuna gittim uzun süre. Temel İsveçce’nin dışında, dilimi üniversite seviyesinde geliştirene kadar devam ettim bu kurslara. Eğitmenim, verdiği bir kompozisyon çalışmasının sonucunu görünce benimle özel olarak görüşmek istedi. Bana tavsiyesi, yazı konusunda mutlaka, ama mutlaka devam etmem ve bu yeteneğimi kullanmamdı. Bu tavsiyeyi dinlemedim. Çok zaman sonra, eğlence olsun diye girişilmiş bir blogla yazma olayına anadilimle başlamış oldum. 500 küsür yazı… Eşşeği de bağlasan biraz gelişir. Bu gelişime ihtiyacım da vardı. Çünkü hiç Türkçe kitap okumuyorum, Türkçe televizyon seyretmiyorum, günlük hayatımda Türkçe kullanmıyorum. Türkçe olarak çok derin konularda, terminolojiyi doğru kullanarak tartışamam mesela, kesin çuvallarım. Allahtan -de ve -da’ların ayrı yazılacağı aklımda kalmış. Zaten bununla bile bir anda Türkçe yazan popülasyonun % 98 ini eleyebiliyorsun. Zor maç değil yani.



Para karşılığı yazmadığını ve böyle bi amacın olmadığını zaten daha önce defalarca söyledin. Bazı insanlar sence neden böyle bir düşünceye kapılıyorlar? Böyle bir ithamda bulunulduğunda ne hissediyorsun? 


Aslında tam böyle bir şey söylemedim. Şimdi düşünüyorum, istesem de para karşılığı ne yazabilirim ki? Aklıma ilk gelen prezervatif. Yani bir firma öyle bir teklifle gelebilir. Hoş, öyle bir durumda ne yazabileceğimi de bilmiyorum. Prezervatif hakkında yazılabilecek seksi hiç bir şey yok. Öyle değil mi? Kimsenin sevmediği bir ürün. Alması dert, kullanması ayrı dert. Nasıl allayıp, pullarsın ki yanmış lastik kokusunu?

‘’Ben de sevmiyorum. Ama ölmek istemiyorsanız kullanın!’’

diye çok kısa bir blog post olabilir belki.

Para için yazma lafı bana sevimsiz geliyor, eğer sözkonusu bir blogsa. Ama konu, yazdığın şeyin para etmesi ise o başka. İkisi çok farklı şeyler.

Senin soruda dediğin şekilde bir çıkış yaptığımı hatırlıyorum. Ama konu başkaydı orada.


Bir dönem ‘’blogda şunu yaz, bunu yazma’’ diye bastıran okurlar vardı. ‘Dobermanın kuku yalamasını anlatışın çok eğlenceli ama Allah’ın sosyal medyayı nasıl kullanacağını yazıp kutsalımı rencide etme’ diyenlerin sayısı azımsanacak gibi değildi. Üçtü, beşti derken, ayar vermeye çalışanlar fazlalaşınca ben de patlayıverdim. Şunu anlaması kolay olmuyor insanların bazen: Blog yazan, blogu kendisi için tutar (eğer bu benimki gibi kişisel bir blogsa). Evet, iletişiyoruz, bir diyalog içindeyiz… Ama hep senin hoşuna giden şeyleri söyleyemem. Kendimi de ifade etmem lazım. Sıkıyorsam, kalk git. Üç gün sonra uğra, yeni yazıyı oku. O da kesmezse yüzlerce blog var daha. Blogdan gelecek reklam geliri olmadığı için bu postayı rahatlıkla koyabiliyorsun. O çıkışımla demek istediğim buydu.

Eğer bir gün bilgisayarın başına oturup, şu konu ilgi çeker, okur bunu sever diye bir blog yazısı yazacak olursam işim bitmiştir.




5posta sansür yiyen bi blogda aynı zamanda. Sana göre blogun neden sansür yiyor? 


Yalnızca ben değil, 8000 diğer sitenin sansür yemesinin nedeni, Türkiye’yi yönetenlerin, bu ülkenin başta Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi olmak  üzere altına imza attığı uluslararası anlaşmalara uymaması, bunlara uymamak için götten, kafadan mazaretler üretmesidir. Bu mazaretler, hem yönetenlerin cahilliklerinden hem de kötü niyetlerinden ileri geliyor. Daha açık nasıl söyleyebilirim?



Sana göre sansürlenmesi gereken siteler var mı? Yoksa içeriği ne olursa olsun internet sitelerinin sansürlenmesine kesinlikle karşı biri misin?

İçeriği ne olursa olsun, sadece internet sitelerinin DEĞİL, enformasyonun sansürlenmesine karşıyım. Dünyada, uluslararası konsensusla kabul edilmiş 2 durum var, sansürü meşru kılan. Birincisi çocuk pornografisi, ikincisi nefret söylemi. Bunlar sansürlenebilir.

Peki, öyle olsun. Ama sansür dediğin şeyi ortaokul öğrencileri bile 30 saniyede aşıyor. Bu durumda çocuk pornografisi gibi ciddi bir suçu içeren siteleri sansürlemek, aslında kafayı kuma gömmekten başka bir şey değil. Ciddi bir suçu ‘görmezden geliyorsun’, pisliği halının altına süpürüyorsun.

Bunları diğer blogumda belgeleri ve kaynakları ile yazdım aslında. Kuşku ile bakanlar, verdiğim kaynaklara gidebilir.http://postdijital.com/cocuk-pornografisini-bloklamak-fiyasko/

Bir kere her şeyden önce suç diye ihbar edilen, sansürlenen sitelerin % 95 i o suçu işlemiyor. Kalan % 5 i ben ciddiye alıyorum. Fakat sansürcüler almıyor. Özellikle çocuk pornografisi içeren ve yayan siteleri kapatmayı değil, erişimine engel olmayı yeğliyorlar. Oysa bırakın polisi veya interpolü, sıradan bir insan bile yarım saat içinde o siteleri, içerikleri ile beraber bir daha yayın yapmamak üzere kapattırabilir. (en azından o sunucu üzerinde)

Bu yüzden, çocuk pornografisini sansürlemenin hiç samimi bir yaklaşım olmadığını düşünüyorum.

Sanırım tumblr'da yaptığın basit bir paylaşımının Friendfeed'e düşmesiyle, biri veya birileri tarafından Friendfeed yönetimine şikayet edilmesinin ardından hesabın dondurulmuş ve tekrar aktif edilmesi konusunda herkes destek olmuştu. O olay sırasında ve olay sonrasında gelişenler hakkında düşüncelerin neler?

Ne düşüneyim? Blogumla iki defa, FriendFeed hesabımla da bir defa şikayet üzerine sansür yedim. Ama gavur laftan anlıyor. Anlatttık durumu insan gibi. Pardon dediler, açtılar tekrar.

Totaliter rejimlerde halkın bir kısmı köpekleşir.  Zeka seviyesi ortanın altında olan vatandaşlar bilinçli ve sistematik bir şekilde, ne idüğü belirsiz, abstrakt olmayan değerleri, iç ve dış mihraklardan korumak üzere beyinleri yıkanarak eğitilir. Sonrasında geriye sadece iyi bir jurnalleme sistemi kurmak kalıyor. Köpeğin her tehlike gördüğü şeye havlayıp, sahibinden kemik istemesini engelleyemezsiniz. Köpeğin doğasında var. Sahibinin de işine gelir.



Sosyal ağlarda da block var, sence sosyal ağlardaki block kavramı ve sansür aynı şey mi? Bu konuda ne düşünüyorsun?


İçinizdeki İrlandalı olarak şöyle bir tespit yapayım. Bizim insanlarımızın hepsinde değil ama hatırı sayılır bir kısmında bir kısmınında görülen en belirgin özellik şu: Uluslararası bilinen, tanınmış, yüz yıl önce açıklanmış kavramları alıp, kendi kendi 3 kuruşluk zekasıyla kafasında yarattığı bir dünyaya,  taptığı değerlere göre yeniden tanımlamak. Sonra da bu tanıma can-ı gönülden inanmak, zamanla bu erozyona uğrayan anlayışı beton gibi sağlamlaştırmak.

Alın, dünyanın her yerinde çok konuşulan demokrasi, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü, tolerans gibi kavramları… Tüm bu kavramların Türkiye’de de çok sık kullanıldığını, ama cumhurbaşkanından bakkalına kadar gerçek anlamlarından çok farklı şekilde kullanıldıklarını göreceksiniz.

Marka değerli Türkcell Süper Ligi’nin topçusu bile, yerde ‘’yalandan’’ sakat ayağına yatan takım arkadaşı için topu taca atmayan rakip oyuncuya ‘’niye centilmenlik yapıp topu taca atmıyon la amua goduuuum’’ diye yumruk, tokat saldırabiliyor. Oysa İngiliz, Gentlemen kelimesini Oxford Dictionary’de açıklarken hile, küfür ve şiddeti yazmamış karşısına.

Öyleyse, sansür konusunda belli bir görüşü ve duruşu olmayan, o güne kadar hiç fikir belirtmemiş insanların ‘’block’’u yediklerinde düdük gibi ötmeleri, bunu sansür olarak görmeleri tabii ki çok normal. 

Çok iyi yazan, takipçi sayısı yüksek ve buna bağlı olarak takipçi sayısı sürekli artan iyi bi blog yazarısın, hiç kitap çıkarmayı düşündün mü? Veya blogun kitaba dönüşecek olursa nasıl bi kitap olur? Hatta biraz daha ileri gidecek olursam adı ne olur?


Kendi yeteneklerinin bilincine varmış biri olarak, ‘edebiyata saygım var, o yüzden düşünmedim’ diyebilirim. Ama saygısız bir yayınevinden teklif geldi. Hangi yayınevi diye soranlar oluyor. Söylemek pek uygun kaçmaz. Dizüstü Edebiyatı değildi demekle yetineyim…

Teklif geldikten sonra insanın kafasına bir şeytan giriyor. Sonuçta gurur verici bir olay. Ancak kendimi yokladım şöyle bir. Kitaba yazacak bir şeyim yoktu. Aynı zamanda başka bir deyişle, yazabileceğim şeylerin de kitaba girmesine olanak yoktu. Daha önce mahlasla erotik şeyler yazan bir hatunun ve yayınevinin başına gelmeyen kalmamış. O kitabı da bulasım var. Ne yazmış olabilir ki? Edebi yönünü bilemem tabii, ama ben yazsaydım daha çok kan, sperm, tükürük ve ter olurdu.

Öte yandan, kendi çapımdaki denemelerimi kimseden okey almadan elle tutulur hale getirmenin de yolları yok değil. Arkadaşım, İstiklal Caddesi’nde bir kafede otururken yanına biri yaklaşmış. Kendi yazdığı şiirleri yine kendi imkanlarıyla basıp kitap haline getiren bu kişi, zannedersem öyle sokakta ayak üzeri 2000 kitap satmış. Doğru, yalan bilmem… Ama 1 tane bile satmış olsa çok başarılı buldum ben kendisini. Belki benzer bir konsept olabilir…

Fakat dediğim gibi.. Şu anda öyle ya da böyle kitap formatının içine koyabilecek bir malzemem yok. Bir ara heves ettiğimde yazdığım bir hikaye vardı. Bunun gibi 8-9 hikaye yazıp, tek bir konu üzerinde birbirleriyle bitiştirmeyi düşünüyordum. Hatta bunun için gizli bir Tumblr blog açtım. İlk yazdığım hikayeyi buraya yükledim. Biraz film gibi düşündüm kurguyu. O yüzden müziklerini de seçip ve bu bloga yüklüyordum. Şimdilik bir hikaye var. Ha deyip ikinciye başlasam, sekiz, dokuz ne zaman biter kim bilir? Kendimi bildiğim için umudum yok pek. Şimdi şifresini bile hatırlamıyorum o tumblr blogunun.

Verdiğin bu samimi ve doyurucu cevaplar için teşekkür ederim.
(Bu röportaj daha önce Blog Dergisi'nde yayınlanmıştır.) 

Yorumlar