Rica
etsem ilk olarak biraz kendinden bahseder misin? Kimsin, neler yaparsın, neden
yaparsın? :)
İstanbulluyum, 55 doğumluyum, üniversite okuduğum İngiltere’de uzun yıllar kaldım, hiç evlenmedim, sosyalistim.
Hayatımı hep yazarak ve tercüme
yaparak kazandım, para için başka hiçbir şey yapmadım. Dokuz şiir kitabım var ve Devrimci
Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) üyesiyim, hayatımda edebiyat
ve siyaset dışında pek bir şeyle çok fazla ilgilenmedim.
"Hayatımı
hep yazarak ve tercüme yaparak kazandım, para için başka bir şey
yapmadım." diyorsun. Tercüme yapmamış olsaydın, yazarak kazandığın
parayla geçinmen mümkün olur muydu?
Bu
soruyu küçük düşünerek sadece Türkiye için değil,
genel olarak daha evrensel anlamda soruyorum. Çünkü edebiyatla-yazmakla ilgili
olan nerdeyse herkes "yazmak para kazandıran bir iş
değil. 3-5 kişi
dışında yazarak para kazanan kimse yok"
derler.
Doğru derler.
Çok az sayıda “bestseller”
romancı dışında hayatını edebiyatla kazanan kimse yok herhalde dünyada. Şiir yazarak kazanan ise sanırım hiç yoktur.
Hesap basit. Benim kitaplarımı (şiirleri de, diğerlerini de) Everest yayınlıyor.
Kitap başına (baskı sayısına ve kapak fiyatına bağlı olarak) yaklaşık 3-4 bin lira geçiyor benim
elime. Yayınevinden çok memnunum, hem istediğim gibi yayınlıyorlar kitaplarımı, hem nazım geçiyor, hem de tık
diye zamanında ödüyorlar. Ama geçinebilmek için ayda bir, iki ayda bir kitap
yayınlamam gerekir!
"Para
kazanmak için yazmak veya yazıyor olmak" konusunda düşüncelerini
alabilir miyim? Ne hissediyorsun, ne hissettiriyor?
Para kazanmak için yazmak son
derece makul bir şey; para kazanmak için kunduracılık yapmaktan hiç farkı yok. Para
kazanmak için inanmadığın şeyler yazmak veya yazdıklarını parayı verenin görüşlerine uydurmaya çalışmak başka bir şey, ama orada sorun yazmakla değil dürüstlükle ilgili.
Hakkında
yazılanlara baktığımda "devrimci" tanımlamasını
görüyorum. Sana neden devrimci diyorlar?
Devrimci olduğum için!
“Nasıl yani?” diye soracak
olursan, çok klasik, çok geleneksel anlamıyla devrimciyim. Yani daha güzel,
özgür, adil, eşitlikçi bir dünya yaratmanın mümkün olduğuna inanırım. Bunun ancak büyük emekçi kitleler tarafından kendi
eylemleri yoluyla yaratılabileceğine inanırım. Bunu yaratabilmek
için mevcut devlet yapısını ele geçirmek değil, yıkıp yerine bir başkasını
kurmak gerektiğine inanırım. Burada kilit kavramlar, “büyük emekçi kitleler”, “kendi eylemleri”,
“yıkmak” ve “kurmak”.
Bu dediklerimin bazı somut siyasî
sonuçları vardır. Örneğin, birilerinin emekçi kitleleri
“aydınlatması”, yönetmesi, kurtarması (ve
tabii küçük görmesi) benim sosyalizm anlayışımın dışında kalır. Dolayısıyla benim Kemalizm ile işim olmaz.
Örneğin, Kürtlerin veya Filistinlilerin veya Suriyeli mültecilerin veya
Amerika’nın Meksika sınırındaki göçmenlerin ezilmesi ve düşmanlığa maruz kalması emekçi kitleleri böler, birlikte davranarak
toplumu değiştirme mücadelesini zayıflatır.
Dolayısıyla benim milliyetçilikle, ırkçılıkla işim olmaz.
Şimdi bana daha güncel konularda sorular soracaksın herhalde, o
sorulara vereceğim cevaplar hep yukarıda söylediklerimin ışığında verilecektir. Düşündüğüm her şey bu söylediklerimden kaynaklanır çünkü.
Anladığım
kadarıyla "büyük emekçi kitlelerin kendi eylemleri ile mevcut devlet
yapısını yıkıp, yerine başkasını kurmaları gerektiğini"
söyleyip, buna da "devrim" diyorsun. Şimdi
söylediklerinden anladığımı daha da basitleştirmem
gerekirse;
Devrim;
var olanı tamamen yıkmak, yok etmek ve onu tamamen ortadan kaldırmak demek mi
oluyor?
Hatta
soruyu biraz daha kısaltarak şöyle sorayım: Yakıp yıkmanın
devrimcilik olduğunu mu söylüyorsun?
Yok,
onu söylemiyorum. “Var olanı yıkmak, yok etmek” değil.
Mevcut devlet aygıtını (yani silahlı kuvvetler, kolluk güçleri, yargı
mekanizması, bürokrasi vs) dağıtmak, yok etmek. Bunun gerekli
olmasının nedeni de dağıtmaya, yok etmeye düşkün
olmam değil. Bu yapılar belli bir sınıfın iktidarını
sürdürmek, korumak için yaratılmış, demokrasiyle, adaletle, eşitlikle
alakası olmayan yapılar. Bunları devralıp kendi amaçlarımız için, yani yeni bir
toplum yaratmak için kullanmamız mümkün değildir.
Sorunun
kısaltılmış şekline cevaben ise, önce “Yuh
yahu!” dememe izin ver! Ben sana “özgür, adil,
eşitlikçi bir dünya” yaratmaktan bahsediyorum, sen bana yakıp
yıkmaktan zevk alan bir manyak muamelesi yapıyorsun :)
Bizim ordularımız, tanklarımız,
toplarımız, polisimiz, jandarmamız var mı? Yok.
Dünyada ordusu, polisi, gizli
polisi, hapishaneleri, işkencehaneleri olmayan egemen
sınıf var mı? Yok.
Dünyada büyük kalabalıklar değişim istedikleri için bir şeyler
yaptığında derhal ordusunu, polisini devreye sokmayan devlet var mı?
Yok.
Şiddet, yakıp yıkmak değişim isteyenlerden kaynaklanmıyor; değişimi engellemek, kendi egemenliğini sürdürmek isteyen egemenlerden kaynaklanıyor.
Ben hiçbir şeyi yakıp yıkmak istemiyorum. Ama biliyorum ki, egemenlerin
egemenliği sorgulandığı anda şiddet üstüme gelecek.
"Belli
yapılar" ve "Egemenler" dediğin
kimler oluyor? Bunu biraz açar mısın?
"Egemenler" derken, çok
temel Marksist anlamıyla kullanıyorum bu ifadeyi. Yani üretim araçlarının
sahiplerini kastediyorum. Bütün okuyucularımızın Marksist olmadığını varsayarsak :) Biraz açayım bu dediğimi;
Dünyada iki temel sınıf vardır.
Biri; fabrikaların, üretim tesislerinin, makinelerin, bankaların, paranın (yani
sermayenin, yani üretim araçlarının)sahibidir. Üretim yapmak için başkalarını istihdam eder.
Diğeri ise; hiçbir şeye sahip değildir, yaşamını sürdürebilmek için emeğini satmak zorundadır.
Birincisine "egemen sınıf, kapitalistler,
patronlar" diyebiliriz, ikincisine "işçi sınıfı" (Üç ciltlik kitabı üç cümleyle çok kabaca ifade
ettim, mazur gör, ama işin özü bu).
Toplumun çok küçük bir azınlığı olan egemen sınıf neyin nasıl üretileceğine karar verir. Bu kararları verirken, en yüksek kâr oranlarını
elde edebilmek amacıyla verir. Toplumun ihtiyaçları umurunda değildir.
Peki, toplumun çoğunluğunun bu akıl dışı düzene göz yumması nasıl sağlanır? İki yöntemle.
Birincisi; “en mükemmel düzen
budur, başkası mümkün değildir” diye toplumu ikna etmek;
aile, eğitim, medya gibi kurumlar yoluyla ikna etmek.
İkincisi; “yahu, bu düzen makul değil, insanî değil. Kâr için değil, insanlığın ihtiyaçlarını karşılamak için üretim yapalım, hepimizi ilgilendiren toplumsal
kararları hep beraber verelim” diyen insanlar her zaman olacağı için ve bu insanlar bazen hep bir araya gelip mevcut düzeni değiştirmek isteyeceği için, egemenlerin baskı ve şiddet mekanizmaları vardır. İkna
yöntemi işe yaramaz hâle geldiği zaman bu mekanizmaları (yani
devleti) kullanırlar. Devlet budur zaten. Hepimizin kutsal ve ortak devlet
babası değil yani, egemenlerin baskı ve şiddet aracıdır devlet.
Ben
de senin gibi, devletin kutsal olduğuna inanmıyorum. Ama senden
farklı olarak, kaos ortamını engelleyecek bir devlet sistemine de ihtiyaç olduğunu
düşünüyor, bu yüzden günümüz devlet
sistemini destekliyorum. Yani senin aksine ben devleti daha çok kaosu önleyen
ve medeniyeti daha iyi şartlar altında devam ettiren
bir sistem olarak görüyorum. Ama tabii ki de her zaman ve çağda,
devlet sistemini suistimal edenler olacaktır ve bunu önlemenin yolu;
devleti yok etmekten geçtiğini
düşünmüyorum.
Yaptığım bu laf kalabalığından sonra net olarak şunu sormak istiyorum:
Yaptığım bu laf kalabalığından sonra net olarak şunu sormak istiyorum:
Devlet
olmalı mı? Neden olmalı?
Devlet
olmamalı mı? Neden olmamalı?
Devlet nedir? Aslen silahlı
kuvvetler, polis, bürokrasi ve yargı. Dikkat edersen, bunların hepsi seçilmemiş insanlardan oluşuyor. Seçilmiş hükümetler geliyor gidiyor, ama devlet aygıtı değişmeden yerinde kalıyor ve biz (sıradan vatandaş) buna hiçbir şekilde müdahale edemiyoruz.
Üstelik çoğu zaman, seçilmiş hükümetler bile müdahale
edemiyor. Bu sadece Türkiye’de değil, her yerde böyle; ama Türkiye
gibi yerlerde devletin kalıcı ve ceberrut niteliği daha açık bir şekilde görülebiliyor (darbelerle,
askerî müdahalelerle filan). Üstelik biz göğsümüzü gere gere bunun adını bile takmışız, “Devlette devamlılık esastır” diyerek.
Birincisi, bu sistem hiçbir
anlamda demokratik değil. Dolayısıyla, hayır, böyle bir
devlet olmamalı.
İkincisi de şu: Devleti yönetenleri biz (halk)
seçmediğimize göre, bu görevliler kimi temsil ediyor, kimin çıkarları doğrultusunda yönetiyor devlet mekanizmasını? Şöyle düşünelim: Sen ve ben Genelkurmay Başkanı’yla, bakanlık müsteşarlarıyla,
yargıçlarla tanışıyor muyuz, görüşebiliyor muyuz, aynı çevrelerde
dolanıyor muyuz? Sanırım sen de benim gibi “Hayır” diyeceksin! Peki, kimlerle
görüşüyor, tartışıyor, fikir alış verişinde bulunuyor bunlar? TÜSİAD’la,
MÜSİAD’la, Odalar Birliği yöneticileriyle, büyük şirket sahipleriyle, gazete patronlarıyla vs. vs. Oturuyorlar, konuşuyorlar, birbirlerinin görüşlerini
öğreniyor, birbirlerini ikna ediyorlar, memleket sorunlarına “çözüm”
üretiyorlar. Sen ve ben bu denklemde hiç yokuz. Yani devlet, zenginleri,
güçlüleri, mülk sahiplerini ve onların çıkarlarını temsil ediyor. Dolayısıyla,
hayır, böyle bir devlet olmamalı.
Üçüncüsü,
madem “medeniyeti daha iyi şartlar altında devam ettirmek”
için devletin gerekli olduğunu düşünüyorsun,
o zaman “Nasıl bir devlet?” sorusunu düşünmen gerekir bence. İlle
de savaş açan, darbe yapan, açları doyurmayan, ekonomik
kriz olduğunda şirketleri kurtaran ama işsiz
kalanlarla ilgilenmeyen bir devlet tipini (yani mevcut devleti) savunman
gerekmiyor. Ben de bu yüzden “mevcut
devlet yapısını dağıtıp yerine bir başkasını kurmak” gereğinden söz ediyorum. Benim hayal ettiğim “bir başka devlet”, çalışan insanların doğrudan denetimi altında, seçilmiş, seçenlere hesap veren, demokratik bir devlet.
Yine
yukarıda "çok klasik, çok geleneksel anlamıyla devrimciyim. Yani daha
güzel, özgür, adil, eşitlikçi bir dünya yaratmanın
mümkün olduğuna inanırım." diyorsun.
Senin
"devrimci" tanımlamandan yola çıkarak, kendime ve bu tanımlamana göre
davranan-yaşayan herkese "devrimci"
diyebilirim değil mi?
Hatta
sanırım günümüzün yaşamakta olan en büyük devrimcisi olarak
Recep Tayyip Erdoğan'ı gösterebiliriz. Ne dersin?
İstersen gösterebilirsin tabii, ama benim “devrimci” derken
kastettiğim o değil!
Gündelik dilde, büyük değişikliklere “devrim” denebiliyor, bu değişiklikleri gerçekleştirenlere de “devrimci” denebiliyor.
Ama ben “devrimci” ifadesini daha somut, siyasî ve toplumsal bir anlamda
kullanıyorum. Baskının, sömürünün, ayırımcılığın olmadığı,
özgür, adil, eşitlikçi bir dünya yaratmak isteyen, bunun
için çabalayan ve örgütlü olarak başkalarıyla birlikte mücadele eden kişileri
kastediyorum. (Demek ki, Erdoğan’ı devrimci olarak
gösteremeyiz!)
“Devrim”
kelimesinden de galiba seninle farklı şeyler anlıyoruz. Senin aklına
nedense hep şiddet, yakmak, yıkmak filan geliyor. Benim
aklımdaki devrim (ve tarihteki büyük devrimler) hiç de öyle değil,
alakası yok. Yukarıda ilk sorularından birine cevap verirken “büyük emekçi kitlelerin kendi eylemleri” dedim. Bunu laf ola beri gele diye söylemiyorum. Şu
anlama geliyor:
Küçük
silahlı grupların, gerilla örgütlerinin, darbeci askerlerin (bu askerler
isterse kendilerini “ilerici” olarak görsün, hiç fark etmez) yaptıklarını
kastetmiyorum ben devrim derken. Rusya’da 1917 devrimini, İran’da
1978 devrimini, Mısır’da Mübarek’i deviren hareketi, Sudan’da geçen aylarda
olanları ve benzerlerini kastediyorum. Bu devrimlerin hiçbirinde silah
kullanılmamıştır.
Kitlelerin
gücü silahtan değil, kitlesellikten gelir. Silah kullanıldığı
anda egemenler avantajlı konuma geçer (Suriye’de olduğu
gibi), çünkü onların her zaman daha çok silahı vardır.
Örnek
verdiğim devrimlerin hepsinde, büyük emekçi
kitleler mücadelenin içinde alternatif bir toplum, alternatif örgütlenmeler
yaratmaya başlamıştır. Mevcut devlet mekanizmasının
alternatifi olan, gerçek anlamda demokratik yapılar oluşturmaya
başlamıştır. Ben devrimden bunu
kastediyorum.
"Baskının,
sömürünün, ayırımcılığın olmadığı,
özgür, adil, eşitlikçi bir dünya yaratmak isteyen, bunun
için çabalayan ve örgütlü olarak başkalarıyla birlikte mücadele
eden kişileri kastediyorum. (Demek ki, Erdoğan’ı
devrimci olarak gösteremeyiz!)" diyorsun. Aslında sadece bu cümlene
dayanarak, yani tam da bu cümlenden sonra, Erdoğan'a
daha yüksek bir sesle DEVRİMCİ
diyebiliriz. Çünkü örgütlü mücadele ediyor, BM'de "dünya 5'ten
büyüktür" diyor, Davos'ta kendisini susturmak isteyenler "katil"
ve "van münüt" diye çıkışabiliyor.
Ne dersin?
Yahu,
İbrahim kardeşim,
uluslararası ilişkiler alanında birkaç kez tafra sattı diye
Erdoğan’a devrimci mi diyeceğiz?
“Örgütlü
mücadele ediyor” diyorsun, Beşir Esad da mücadele ediyor
(iktidarda kalmak için),
Sisi
de mücadele ediyor (Mısır egemen sınıfının iktidarını sürdürmek için),
Trump
da ediyor, Putin de ediyor... Bunlara da mı devrimci diyeceğiz?
“Baskının,
sömürünün, ayırımcılığın olmadığı,
özgür, adil, eşitlikçi bir dünya yaratmak isteyen” dedim,
sen o bölümünü atladın :)
2009
yılında Haksöz Haber'de (https://www.haksozhaber.net/roni-margulies-ile-soylesi-8396h.htm) yayınlanan röportajında şöyle
diyorsun "Hamas'ın İsrail ve Amerika tarafından
"terörist" olarak damgalanmasının tek nedeni, İsrail'e
teslim olmaması, direnmesi, Filistinlilerin haklarını savunmaya çalışması.
Hamas
baş eğdiği
gün, Amerika ve İsrail'in gözünde "terörist"
olmaktan çıkıp "makbul" bir örgüt haline gelecektir!
Türkiye'de ise, daha birkaç
yıl öncesine kadar Filistinlileri destekleyenlerin bugün adeta İsrail'i haklı
gören bir konuma gelmiş olmalarının tek nedeni İslam düşmanlığı. Sanki
Filistinliler Müslüman bir örgüte oy verdikleri gün haklı mücadeleleri haksız
hale geldi!
Böyle
saçmalık olmaz. Filistinlilerin mücadelesi dün olduğu
gibi bugün de haklı bir mücadele, yarın da öyle olmaya devam edecek. Ve bu
mücadeleyi sürdüren her Filistin örgütü her zaman "terörist" olarak damgalanacaktır."
Şimdi aradan 10 yıl geçmişken,
bu söylediklerin için ne düşünüyorsun? Hâlâ aynı düşüncede
misin?
İyi söylemişim!
Elbette aynı düşüncedeyim; düşüncemi değiştirecek herhangi bir şey olmadı ki.
Yaptığın alıntıda söylemişim zaten: “Filistinlilerin
mücadelesi haklı bir mücadele, yarın da öyle olmaya devam edecek.”
Filistin topraklarında herkesin
dininden ve kökeninden bağımsız olarak eşit vatandaş olarak yaşayabileceği güne kadar da böyle devam
edecek.
2013 yılında Gezi Parkı'ndaki ağaçlar
için başlayan kargaşa,
daha sonra Fetö'cü komiser ve polislerin kameralar önündeki saldırı showları,
Fetö'cü Vali Avni Mutlu'nun "gelin toplanın bir şey
yapmayacağız" çağrılarının
ardından, Gezi Parkı'na gelenlere basın önünde güvenlik görevlilerini saldırtması, görevlilerin halkı kışkırtması
ve araya karışan provokatörlerin ateşi
sürekli yükseltmeleri sayesinde büyüyüp ülkenin dört bir yanına yayıldı. Sakin başlayıp savaşa
dönen Gezi Gösterisi hakkında ne söylemek istersin?
Gezi’nin en muhteşem yanı şuydu bence: İki hafta boyunca İstanbul’un göbeğinde devlet güçleri ortadan yok oldu; insanlar uyum içinde kendi
kendilerini yönetti; kütüphaneden revire, çöp toplama işinden güvenliği sağlama işine kadar her şeyi kendimiz hallettik; ne bir
suç işlendi, ne bir olay oldu; her şey konuşuldu, her şey tartışıldı; kararlar hep birlikte verildi. Tam aynı süreci, yani
“sıradan” insanların yaratıcılığını, becerilerini, Tahrir
Meydanı’nda da, Sudan’da şu anda yaşanmakta olan devrim sürecinde de, New York’taki “Occupy”
hareketinde ve Madrid meydan işgallerinde de gördük.
Sakin başlayıp savaşa dönüşmesi ise, tüm diğer örneklerde de olduğu gibi, bizden değil devletin saldırısından
kaynaklanıyor.
Açıkçası
gezi döneminde Cihangirde yaşadığım
için; İstanbul'un
göbeğinin senin bahsettiğin
kadar barışçıl, sakin ve kendi çöpünü toplayan masum
insanlardan ibaret olduğunu söyleyemem. Nedenini ise şahitliklerimle
şöyle açıklayabilirim; örneğin İstiklal'de
ufak bir yürüyüş olurdu ve orda görevli polislere
"ananı-bacını" diye başlayan küfürler edilir, bir
kaç kişi telefonu veya kamerasıyla kayda çeker,
diğerleri polisin burnunun içine kadar
gidip, polisin bu tacize sert bir tepki vermesi için elinden geleni yapmaya
devam ederdi.
Aynı
şekilde, bir çok "yaşlı
devrimci"nin de, sokaklarda sağa sola sataşanlara
bakıp böbürlendiklerini ve gururla onları alkışladıklarını
görmüştüm.
Son
olarak ise; akşam olup karanlık çöktüğünde
ise, çevredeki otellerden "siz kalın, eğer
bir şey olursa, otellerimizin kapısı açık,
depolarımızda yatak ve battaniyelerimiz var" haberleri gelirdi. Hatta bu
son söylediğim haberlerden birini de "Divan
Otel" göndermişti.
Ben sakin başlayıp, savaşa dönen gezi
olaylarının, devletin direkt saldırısından çok, devletin ve gezi sürecindeki
topluluğun içine konuşlanmış, yıkıcı devrimci anlayışa sahip kişiler (fetö gibi
örgütler ve dış destekliler) tarafından yapıldığını düşünüyorum.
Ve bu anlamda baktığımda; Fetö ve benzeri
örgütlerin de kendilerince devrim yapmaya çalıştıklarını düşünüyorum.
Zaten ortaya çıkan gezi gösterisinin
sonucuna baktığımızda, senin yukarıdaki "devrim"ci tanımlamandan
farklı bir sonuç ortaya çıkmadı ne dersin?
Gezi’den söz ederken “Fetö gibi örgütler ve
dış destekliler tarafından yapıldığı” iddiasıyla tartışmayı çok zor buluyorum
doğrusu. O kadar uçuk, o kadar garip bir iddia ki! “Fetö gibi örgütler” nedir,
hangileridir? “Dış destekliler” ne demek, “dış” kim, dış’ın destekledikleri
kim?
Türkiye’de özgürlük isteyen, doğanın imha
edilmemesini isteyen, her tarafın betonlaştırılmasına itiraz eden ve bunun için
Gezi’ye gelen çok sayıda insan olduğunu düşünmek imkânsız mı geliyor sana?
Olayın arkasında gizli ve habis karanlık güçler arama ihtiyacını niye
hissediyorsun?
Gezi’de asıl derdi polisle çatışmak olan
küçük gruplar var mıydı? Evet, vardı. “Hükümet düşsün de ne olursa olsun” diye
düşünenler var mıydı? Evet, vardı. Ama devasa bir kitleyi, koca bir toplumsal
hareketi bu bir avuç insandan yola çıkarak mahkûm etmek garip olmuyor mu? Özü
itibarıyla Gezi tümüyle özgürlükçü, tümüyle yerel, tümüyle “örgütsüz” ve
kendiliğinden bir hareketti.
Dokuz kişiyi öldüren polisi değil de, polisin
saldırısına maruz kalan kalabalıkları suçlamak ise benim anlayabileceğim bir şey
değil.
" Türkiye’de özgürlük isteyen, doğanın
imha edilmemesini isteyen, her tarafın betonlaştırılmasına itiraz eden ve bunun
için Gezi’ye gelen çok sayıda insan olduğunu düşünmek imkânsız mı geliyor sana?
Olayın arkasında gizli ve habis karanlık güçler arama ihtiyacını niye
hissediyorsun?" soruna şöyle cevap verebilirim;
Çevremizin sürekli betonlaşmasına ben de
karşıyım! Özgürlüklerimizin üzerine yeni özgürlükler eklenmesini ben de
istiyorum. Zaten daha fazla özgürlük ve yeşil yaşam alanı istediğim için,
Gezi'ye iş çıkışlarında katılan masum kitleden biriydim. Ama içinde durdukça
çokta masumane bulmadım. Yani evet hepsini "habis ve karanlık" diye
genelleyemem ama senin dediğin kadar "akpak bir ortam" yoktu, olmadı
da. Çünkü "derdi polisle çatışmak, hükümet düşsün de ne olursa olsun"
diyenler bir avuç değildi. Sen de bunu mu göremiyorsun?
Elbette görüyorum. Ama ben şunu biliyorum:
Her kitlesel hareketin içinde toplumdaki her türlü düşünce temsil ediliyor
olacaktır, kaçınılmaz olarak. Daha fazla özgürlük ve yeşil yaşam alanı isteyen
sen de, sosyalist bir toplum isteyen ben de, Mustafa Kemal’in askeri olan
milliyetçi de, kadınlar da, kadınları küçük gören cinsiyetçiler de, Müslümanlar
da, Müslümanlardan nefret eden islam düşmanları da...
Kaçınılmaz, çünkü kimse kimseye “sen gel, sen
gelme” diyemez. Tahrir meydanını düşünsene, bir milyon kişi haftalarca gece
gündüz orada, her kafadan bir ses çıkıyor, herkesin farklı farklı düşünceleri,
farklı farklı önerileri var. “Mübarek’i nasıl deviririz; devirdikten sonra ne
yapmalıyız?” Bu iki can alıcı konuda herkes herkesle tartışıyor. Yaşaya yaşaya,
mücadele ede ede öğreniyorlar, sonuçlar çıkarıyorlar. Bir yandan da ister
istemez örgütleniyorlar: Çöpler toplanıyor, hasta olanlara bakılıyor, aç
olanlar besleniyor, saldırılara karşı önlemler alınıyor...
Devrim böyle bir süreç işte. Bu karmaşık
süreç içinde hangi görüşlerin galip geleceğinin garantisi yok.
Sen, Gezi hakkında söylediklerinden anladığım
kadarıyla, temiz, saf, güzel bir süreç istiyorsun, olmayınca da Gezi’ye
kızıyorsun. Ama Tahrir’de de, Gezi’de de o büyük kalabalıklar iyisiyle
kötüsüyle bu toplumun insanları. Aralarında milliyetçisi de, cinsiyetçisi de,
Fethullahçısı da, İslamofobik olanı da bulunacak, çaresi yok. Önemli olan,
tartışmak, büyük kitleyi bunların yanlış olduğuna ikna etmek. Örneğin, Gezi’de
Kürtlerin bulunmasına karşı çıkan, kavga çıkarmak isteyen Türk milliyetçileri
de vardı. Bunları meydana sokmamayı ben de çok isterdim, ama doğru yöntem
yasaklamak değil, kitlenin önünde tartışmak, kitlenin onları dışlamasını sağlamak.
Biz böyle yapmaya çalışıyorduk. Sonra
devletin kolluk güçleri hepimize birden saldırdı, konu kapandı!
Cevabını, bağladığın son cümle güldürmedi
değil :)
Gezi için "Gezi'nin
amacı islam düşmanlığı ve darbeciliktir"
demişsin. Kaynağı bulamadım ama gerçekten böyle dedin mi? Eğer sözler sana
aitse neden böyle düşünüyorsun?
Kaynağı
bulamamış olman çok normal, hiç böyle bir laf etmedim çünkü!
Böyle
bir şey düşünmediğime göre, böyle bir şey demiş olmam da mümkün değil.
Önerim; sana ait olmayan bu cümlelerin
kaldırılması için Ekşi Sözlük'le irtibata geçmek olacak.
Bu arada sana soru sormak için malzeme
ararken eski yazılarına ulaşmaya çabaladım ama bir kaç sitede (örneğin T24'te) yazılarının
kaldırılmış olduğunu fark ettim. Yazıların neden kaldırıldı?
Haberim
bile yoktu valla.
Sen
söyleyince şimdi baktım, haklısın. Bilemiyorum, T24’e sormak gerek herhalde.
Ekşi
Sözlük ise ciddi bir kaynak değil, bilgisayarın başına oturan her manyak her
istediği zırvalığı yazabiliyor. Uğraşmaya değmez.
Ama "uğraşmaya değmemesi" benim
gibi seni tanımak isteyenlerin, senin hakkında ilk olarak yanlış bilgi
edinmesine neden olacak. En azından bu kadar kirli popüler bir sitede sana ait
olmayan açıklamaların kaldırılmasını sağlayamaz mısın?
Ekşi
Sözlük’ü ciddiye almaya beni ikna etmen zor!
Hakkımda
64 sayfa yazı var; bunların önemli bir kısmı “cia
ajanı köpektir” gibi şeyler!
Beni (veya herhangi birini) Ekşi Sözlük’ten
tanımaya çalışan arkadaşlar biraz düşünsün bence.
Bu konuda haklısın. Ama sonuçta adını internetlere yazdığımda ilk karşıma çıkan sitelerden biri de o :(
Bu arada yazılarının T24’ten neden kaldırılmış olduğunu öğrenebildin mi ve yazılarını toplu olarak bi yerde tutuyor musun?
Bu arada yazılarının T24’ten neden kaldırılmış olduğunu öğrenebildin mi ve yazılarını toplu olarak bi yerde tutuyor musun?
Yok, öğrenmeye çalışmadım.
Yazılarımın hepsi bilgisayarımda (ve bir iki
yedekleme aygıtında) duruyor elbet.
Çok emin olmamakla birlikte, sanırım seni
3 yıl önceki 15 Temmuz yazınla tanımış, ardından bir kaç yazını daha okumuş ve sonrasında
da unutmuşum. Eminim bir çok kişi içinde öyle olmuşsundur. Belli bir kesim için
15 Temmuz'dan 15 Temmuz'a hatırlanan biri olmak konusunda ne düşünüyorsun?
Bana
gelene kadar, benden çok daha önemli/deneyimli/üretken gazeteci, yazar, yorumcu
son 5-6 sene içinde yok oldu gitti. Yok olmadılar tabii, muhakkak yazıyor,
çiziyor, yaratıyorlardır, ama biz okuyamıyoruz yazdıklarını. Sebebi çok basit.
Kendi
durumum üzerinden söylersem, ben Taraf
gazetesinde yazıyordum ve İMC televizyonunda Hayko Bağdat ile beraber program
yapıyordum. Hem gazete hem televizyon kapatıldı! Başka bir gazete veya
televizyonda iş bulma şansım var mı? Yok.
Gazetelerin
büyük çoğunluğu hükümet taraftarı, ben değilim.
Geri
kalan gazeteler ulusalcı, ben değilim.
Dolayısıyla
benim yazdıklarımı yayınlayacak bir gazete kalmadığı gibi, beni çağırsalar
kabul edeceğim gazete de kalmadı sayılır.
Taraf
gazetesinde sosyalist bir bakış açısıyla köşe yazıları yazıyordum, kimse
yazdıklarıma karışmıyordu. Bir keresinde gazetenin manşetini sert bir dille eleştiren
bir yazı yazdım, yazıyı göndermeden önce Ahmet Altan’ı aradım, “Abi şöyle bir
yazı yazdım, sorun edeceksen haberim olsun” dedim, “Ben bugüne kadar senin
hangi yazına müdahale ettim lan?” diye güldü. Ve yazı yayınlandı tabii. Adam şimdi
üç yıldır hapiste!
Böyle
bir ortamda gazetecilik yapamayacağıma göre kendimi emekli ettim!
Neden Ahmet Altan'ı arayıp sorma ihtiyacı
hissettin? Seni bu eyleme sürükleyen, böyle davranmaya iten şey neydi?
“İzin
almak için mi aradın?” diye soruyorsun herhalde.
Evet.
Yok,
izin almak için değil.
Ahmet’i dostum olarak gördüğüm için zor durumda
bırakmak, oldu bittiye getirmek istemedim, o yüzden aradım.
Yazıyı
yayınlayacağını biliyordum ve bunun karşılığında ben de efendilik etmek
istedim. Yazı yayınlanmasa gider Ahmet’le konuşurdum ve gazeteden ayrılırdım,
ama böyle bir şey konu bile olmadı.
19
Temmuz 2016 yılında marksist.org'da yayınlanan (http://marksist.org/icerik/Yazar/5021/Darbeyi-kimler-engelledi) yazında "...Cumartesi
akşamı sokaklara dökülen kitle askerî
darbeyi engellemek için döküldü. Amacı bu olan bir kitle, ister dindar olsun
ister puta tapsın, gerici değildir. Haklarının
bilincindedir, darbenin anlamını kavramıştır, kendini savunmaktadır.
Yani haklıdır.
Bu kitleyi küçük
gören, desteklemeyen, içinde yer almayan hiçbir kişi veya örgüt sosyalist
sıfatını hak etmez." diyorsun. Bu cümlelerin için, kendini sosyalist
olarak tanımlayan insanlardan hiç tepki aldın mı? Veya sana katılmadıklarını
belirten oldu mu? Daha doğrusu yazı sonrasında nasıl karşılandın?
O
yazıya hangi çevrelerin nasıl tepki göstereceğini
tahmin etmek (hatta bilmek) zor değil. Darbeyi engelleyen kitlenin
tümüyle AKP’li ve Müslüman olduğunu varsayan ve bu nedenle o
insanları küçük gören, onlardan nefret eden Kemalist, ulusalcı çevreler
(bunlara kendilerini sosyalist zanneden epey grup da dahil) elbette yazıya fena
halde itiraz edecekti. Ve nitekim öyle oldu. Bakmadım,
ama Ekşi Sözlük’te yedi ceddime küfür edilmiş
olduğundan kuşkum
yok örneğin. Daha makul davranıp bana mail atanlar da
çok oldu. Ama teşekkür mailleri atanlar da çoktu.
Sana
ait olduğu iddia edilen şu
cümleler sana mı ait? “(…) Ben bu darbenin basitçe
bir Fethullahçı marifeti olduğuna inanmıyorum. Evet, belli ki Fethullahçı
subaylar da girişimin içindeymiş, fakat meselenin onlardan ibaret olmadığı çok
açık. Rütbelilerin %40’ı, %50’si gibi oranlar telaffuz ediliyor.
Fethullahçıların orduya bu kadar sirayet etmiş olması mümkün değildir. Demek ki,
darbecilerin ana gövdesi 1960’tan beri iyi tanıdığımız klasik Kemalist, “laik”,
halk düşmanı subaylardı. Hükümetin sadece FETÖ’ye odaklanması beni kaygılandırıyor.
Kemalistler, Ergenekoncular, hakiki darbeciler aklanmış oluyor çünkü.”
Evet,
bana ait. Ve bugün de aynen böyle düşünüyorum. Darbe girişiminin Fethullahçı
subaylarla Kemalist subaylar tarafından beraberce yapıldığını düşünüyorum.
Belki yukarıdaki alıntıda Fethullahçı subayların sayısını azımsamış olabilirim,
ama anafikir (yani “meselenin
Fethullahçılardan ibaret olmadığı”)
doğru. Erdoğan ve hükümet darbe sonrasında Genelkurmay/derin devlet/Ergenekon
ile ittifak kurdu, bu ittifak gereğince Kemalist darbeciler aklandı, sadece
FETÖ’ye odaklanıldı, Ergenekoncular serbest bırakıldı, her şey bir kumpastan
ibaretmiş gibi gösterilmeye çalışıldı.
Bir
düşünsene: Memlekette sanki 28 Şubat olmadı, Hrant Dink öldürülmedi, e-muhtıra
yayınlanmadı, Özden Örnek’in günlükleri yayınlanmadı, Rahip Santoro ve Malatya
Zirve Yayınevi cinayetleri işlenmedi, Cumhuriyet
gazetesi ve Yargıtay saldırıları gerçekleşmedi, JİTEM diye bir şey yoktu, Veli
Küçük, Şener Eruygur, Hurşit Tolon filan hiç yaşamadı...
Hepsi
kumpasmış! Ben mi yaptım yahu bütün bu işleri?
Fethullahçıların
bu memlekete yaptığı en büyük kötülük, belki darbe girişimi kadar büyük bir
kötülük, Ergenekon davalarının bokunu çıkarıp derin devletin aklanmasına yol
açmış olmalarıdır bence.
Evet bu konuda senin kadar bilgili
olmasam da, aynı şeyi düşünüyor ve sana katılıyorum.
2007 yılındaki bir yazında "bana bir
şey zorla dayatıldığında direneceğim tutar" diye yazmışsın. Hâlâ öyle
misin?
O
lafı şu bağlamda yazmıştım: Ben kendimi tanımlarken “Yahudi” diye düşünmem. “Türk”
diye de düşünmem. Bunların ikisi de tesadüfî özellikler.
Tesadüfen
Yahudi bir anne ve babanın oğluyum ve onlar Türkiye’de yaşıyor olduğu için
tesadüfen Türkiye’de doğmuşum. Ne önemi var ki bunların?
Ama
Türkiye devletinin yaptığı gibi “Sen Türk’sün” diye dayatıldığı zaman, itiraz
ederim. Yoo, Türk değilim, atalarım Orta Asya’da hiç bulunmamış! Filistin
çöllerinden gelmişler. Nereden geldikleri pek umurumda değil, ama sen bana bir
etnisite dayatamazsın.
Yine aynı yazında "Yahudiliğim mi
tuttu" (https://eksisozluk.com/entry/10587674 ) cümlen var. Bu cümleyi Yahudi
olmayan biri kursa "Yahudi düşmanlığından, bilmem ne düşmanlığına kadar
her yeri, yaptığı her şeyi fişlenir" diye düşünmeden edemedim. Bunu soruya
dönüştürmem gerekirse şöyle sormak istiyorum; Yahudileri de sadece Yahudiler mi
eleştirebiliyor?
"Yahudiliğim mi tuttu" cümlesindeki kasıt şöyle: Devlet bana “Sen
Türk’sün” dediğinde itiraz ediyorum ya, “Yahudiliğim tuttu da o yüzden mi
itiraz ediyorum?” Hayır, dayatıldığı için itiraz ediyorum.
Ama
asıl soruna gelirsek (yani “Yahudileri sadece Yahudiler mi eleştirebiliyor?”
sorusuna). İsrail devletini elbette herkes eleştirebilir ve eleştirmelidir. Şu
veya bu Yahudi’yi, yani birey olarak bir Yahudi’yi de herkes eleştirebilir.
“Yahudileri” ise hiç kimse eleştiremez! Niye mi? “Yahudiler” diye bir şey
yoktur çünkü. Bütünlüklü, aynı, tekvücut, yekpare bir “Yahudiler” yoktur. Tüm
insan toplulukları gibi Yahudilerin de iyisi vardır, kötüsü vardır, güzeli
çirkini, zayıfı şişmanı, akıllısı aptalı, sağcısı solcusu, zengini yoksulu
vardır. Dolayısıyla, “Yahudiler” diye bir özne yoktur. Yani İsrail’in
genelkurmay başkanı ile İstanbul’da oturan anti-Siyonist Roni’yi aynı kefeye
koyup “Yahudiler” diye eleştiremezsin. “Bütün Yahudiler” (veya “Bütün Kürtler”,
“Bütün Suriyeliler”, “Bütün Amerikalılar”) diye başlayan her cümle ırkçı bir
cümledir. Tanımadığın bir kişiye, ait olduğu ırk veya din nedeniyle bazı
özellikler atfetmek ırkçılıktır.
Zaman ayırıp samimiyetinle, içtenliğinle
cevapladığın için çok teşekkür ederim.
Alışık olmadığım bir bakış açısından sorular
sorduğun için ben teşekkür ederim.
Yorumlar
Yorum Gönder
Fikir, görüş, öneri ve yorumlarını paylaştığın için teşekkürler.