Sosyal medyada, güldürmeden düşündürmesiyle dikkatimi çekmişti ve takip ettikçe kendisinin dolu dolu olmasının yanında çok da mütevazi biri olduğunu gördüm. Yazılı röportaj teklifimi kabul edince de soruları göndermeye başladım ve işte ortaya aşağıda okuyacağınız röportaj çıktı.
İlahiyat okuyup, imamlık yaptıktan sonra Amerika'da doktora yapmak, sık karşılaşılan bir durum olmasa gerek. Bu nasıl oldu; neden ilahiyat, neden imamlık ve sonrasında neden felsefe doktorası?
Şartlar diyelim. İmamlık planlı olmadı, okulu bitirir bitirmez bir iş imkanı olarak düşündüm ama daha bir ay geçmeden bursu da kazandım. Felsefe ilahiyattayken istediğim bir alandı. Bu arada İlahiyat'ta kaldığım tek ders Din Felsefesi'dir :)
Felsefe doktorası yaptın, on yıllık evliliğin var, evliliğinden iki çocuğun var.
Yine sitendeki "Sistemin çarkımısın?" başlıklı yazıyı "...insan, sistemin kurucusu ve uygulayıcısı olarak her zaman sistemin efendisidir. Bu durumda rahatlıkla diyebiliriz ki sistemsiz kalma ama sisteme de inanma." cümleleriyle bitirmişsin. Kurduğun bu cümlenin hemen sonrasında ise yazının başlığı halindeki soruya baktığımızda içimden "evet" diye bi cevap geçiveriyor. Sistemin çarkı mıyız?
İçten cevabın için teşekkürler.
Seni sosyal medyadan
tanıyorum. Aslında tanımak da değil, "biliyorum" desem daha doğru
olur. Tabii sadece attığın tweetlerden hangisiyle karşılaştıysam, senin de o
kadarını biliyorum.
Karşılaştığım tweetlerdeki
"sen" dışında ve hatta @twitter'daki senin dışında Yasin Ramazan
kimdir?
Bunu tam olarak bilmiyorum. Twitter’da
oluşturduğum persona ben değilim tabi ama bunu çok da önemsemediğim için neyi
dışarıda bıraktığımı tam bilmiyorum. Lisedeyken kuruyemişçide çalıştığımdan
bile bahsetmiştim.
Altı kardeşin beşincisiyim. Ankara’da doğdum
büyüdüm, İlahiyat’ı Ankara’da okudum. Kısa bir süre Kırıkkale’de imamlık
yaptıktan sonra Amerika’ya doktoraya gittim. 10 yıllık evliyim, iki emanetimiz
var. Bilmiyorum ki Yasin Ramazan bunların dışında kimdir?
İlahiyat okuyup, imamlık yaptıktan sonra Amerika'da doktora yapmak, sık karşılaşılan bir durum olmasa gerek. Bu nasıl oldu; neden ilahiyat, neden imamlık ve sonrasında neden felsefe doktorası?
Şartlar diyelim. İmamlık planlı olmadı, okulu bitirir bitirmez bir iş imkanı olarak düşündüm ama daha bir ay geçmeden bursu da kazandım. Felsefe ilahiyattayken istediğim bir alandı. Bu arada İlahiyat'ta kaldığım tek ders Din Felsefesi'dir :)
Din Felsefesi'nden kalmanın
nedeni, sanırım din alanında ilerlemek istemediğin için olsa gerek?
Çünkü ilahiyat
mezuniyetinden sonra, imamlığın senin için planlı olmadığını, sadece okulu
bitirir bitirmez iş imkânı olarak düşündüğünü söyledin. Ya da tahminimi boş
verip, senden öğrensem; başka bir nedeni var mı? Neden o dersten kaldın? :)
Hayır, din felsefesi de bir yönüyle bir "din
alanı." Mesela İslam felsefesi ile din felsefesi arasında çok büyük bi fark
görmüyorum. Sadece felsefe tarihi ile felsefenin karıştırıldığını düşünürüm.
Ben daha ayık, daha gerçekçi bulduğum için felsefeyi tercih ettim.
Felsefenin de iş olarak yapılabileceği belki
de tek yer akademi. İmamlığı bırakıp akademiye geçmem de bu yüzden.
Dersten
kalmamın sebebi ise hocanın ne anlattığını anlamamamdı. Kendisi felsefe tarihi
müfredatıyla din felsefesi yapmaya çalışıyormuş. Bunu daha sonraki zamanlarda
anladım. Zaten bir sonraki dönem, bir başka hocanın din felsefesi dersinden
rahatlıkla geçmiştim.
Din felsefesi, doğu felsefesi, batı felsefesi, islam
felsefesi, hristiyan felsefesi, yahudi felsefesi, uzayda yaşam felsefesi, x felsefesi. Felsefe nedir, ne işimize yarıyor?
Bir disiplin olan felsefe var, bir de metod
olan felsefe. Disiplin olanın daha çok metodolojik spekülasyon, yani bilinenden
hareketle bilinmeyenin keşfi olduğunu düşünüyorum. Bu sistematik ve kollektif
eğitim gerektiriyor. Metod olan ise, her türlü insan düşüncesine içkindir.
Bugün gezerken şahit olduğunuz bir olayı, olay olup bittikten sonra kısacık
bile düşünüyorsanız, tebrikler. Felsefecisiniz.
Harika :) Peki, felsefe
hayatımızda olmazsa olmuyor mu, yoksa olmadığını düşünsek bile zaten
hayatımızda var mı?
Bu dediğim anlamda, felsefe yapmayan insan
yoktur gibime geliyor. Ama çoğu insan kötü felsefe yapıyor tabi. Yaşadığı olayı
zihninden geçirip yargılarken tutarsız, taraflı veya yanlış örneklem üzerine
değerlendirebilir. Ama yaptığı yine de kaçınılmaz olarak felsefedir.
Yukarıda imamlık konusunu da
açmışken; özellikle takip etmiyorum ama denk geldikçe baktığım ilginç
konulardan biri olduğu için soracağım:
Bazı islami çevrelerde "imamların
para alması" konusu çok tartışılır. Bu konuda ne düşünüyorsun? Olaya
sadece bir müslüman olarak baktığında, sence imamlık diye bir meslek olmalı mı?
İmamlar devlet memuru. Para almaları kadar
doğal bir şey yok. İmamlık diye bir meslek bir şekilde var zaten; olmalı mı, olmamalı çok anlamlı bir tartışma gelmiyor bana. Ancak imamların da içinde
bulunduğu, genel bir ‘devlet karakterli din’ anlayışı var. Bence sorunun dibine
kadar ineceksek, bunu tartışmalıyız. Dinin devletten çok, devletin din üzerine
hakimiyeti söz konusu. Bence bunun gibi temel meseleler halledilmeden imamları
ve maaşları konuşmak çok anlamlı değil.
Şu an anlamlı değil diye, anlamlı olacağı güne kadar konuşmamak
da anlamlı değil :)
Anlamlı bir yolunu bulan konuşsun. Biraz vakit
ve enerji kaybı olarak gelir bana :)
İmamlık mesleğinin, devletin icadı olduğunu
düşünüyorum. Devlet imamlık mesleğini
icad ederek, bir anda imamları devlet memuruna çevirip, onlar aracılığıyla da
din üzerinde hakimiyet kurmaya başlıyor.
Tabii bu sadece islam için geçerli değil. Tüm dinlere baktığımızda;
dinin tahrifi devletin icad ettiği veya tanıdığı din adamlarıyla başlıyor.
(Bu bir soru değil, daha çok kendi yorumum ve bunu nasıl
soruya çevireceğimi de bilmiyorum. Sorusuz olarak düşüncemi paylaşmış olayım. )
Bu modern devletin hakimiyet alanını
insanların en mahrem alanlarına kadar uzatma çabasıyla ilgili sanıyorum. Sadece
bizde değil tabi. Bizde de Cumhuriyet’le, yani Diyanet’le başlaması söz konusu
değil. Bunlar olduğunda yaklaşık yüz yıldır devletin dini otoriteyi ve
akademiyi kendine bağlama çabası devam ediyordu.
Dinin devlet tarafından
desteklendiği bir anlayıştansa, tamamen kişinin özgür iradesine ve hayat
anlayışına bırakılmış bir din yaşamından yanayım. Bu yüzden de ülkemizde, Vatikan
veya Papalık taklidi olan Diyanet'in gereksiz bir kurum olduğunu düşünüyorum. Yani
açıkçası; bir müslüman olarak, Diyanet veya benzeri bir kurumun olmaması
gerektiğine inanıyorum. Çünkü bu anlamda "devlet din öğreten, veya en
basitinden din hakkında herhangi bir çerçeve belirleyen değil, halkın dinini rahatça,
özgürce yaşamasını sağlayan bir yapıdan ibaret olmalı" diye düşünüyorum.
Sen diyanet ve devletin din öğretmesi konusunda ne düşünüyorsun?
Bu konuda müktesabatım çok geniş değil ama
görüşlerine büyük ölçüde katılıyorum. Diyanet, bir inanan olarak sana gereksiz
geliyor tabi ki. Ama devlet için oldukça gerekli.
Bunu kurum olarak Diyanet’le
sınırlı tutmak da doğru olmayabilir. Osmanlı’nın son yüzyılından itibaren
geliştirilen ulus-devlet yaklaşımında, dinin, hukukun ve akademinin devletin
organları haline getirilmesi yaklaşımı devam ediyor. Hal böyle olunca, kişiyi
devlet mekanizmalarından koruyacak hukuki, dini veya ilmi bir dayanak kalmıyor.
Diyanet meselesi bu çerçevede daha açıklıkla tartışılabilir diye düşünüyorum.
Paylaşımlarından biri aldığın
"Felsefi Silsile" üzerineydi. Felsefi silsile nedir? Neden verilir,
herkese verilir mi?
Silsilenin esprisi geleneksel bir eğitimden
geçti demek. Yani doktora şartlarını belirleyen bir üniversite üst kurulu var
(Türkiye’de bunları YÖK belirliyor).
Üniversite diploma standartları yeniliğe daha
çok açık, sürekli değişebilir. Bazı felsefeciler bunları yetersiz veya bazı
şartları gereksiz bulabiliyor. Mesela benim, mecbur olmadığım halde öğrendiğim
diller, klasik usulle okuduğum felsefi eserler oldu.
Arapça’dan çeviri yapmak
gibi aslında modern akademinin çok aşina olmadığı yöntemleri kullanarak bir
akademik geleneği devam ettirmek istiyorlar. Silsileyi, bu şekilde bir
eğitimden geçirdiği, bir nevi bayrağı devralacağını düşündüğü öğrencilerine
veriyor. Benim hocamın verdiği ikinci öğrencisiyim.
Hocan (adını merak etmedim
değil :)) bayrağı devralacağını düşündüğü için sana verdi. Peki sen bayrağı
taşıyacak mısın? Taşıyacaksan veya taşımayacaksan nedenini söyler misin?
Hocam John Walbridge. Aynı zamanda doktora
danışmanım.
Bayrağı taşımak için gayret edeceğim elbette,
çünkü bu insanlığın ortak mirasını ifade eden soyut bir silsile. Buradan,
insanlara düşünmeyi, tartışmayı, insan olmanın güzelliğini ortaya koyan pek çok
isim, pek çok metin çıktı. Ben de bir katkımın olmasını isterim.
Bu arada silsilede Kant dahil bir çok kişi var. (Açıkçası listedeki isimlerden
sadece Kant'ı biliyorum.) Onların silsilede olmalarının nedeni ne, silsile de
adları neden var?
Onlar, akademide birbirlerini önceleyen
isimler. Leibniz’den itibaren düzenli bir şekilde doktora öğrencilerini
yetiştirmişler. Bir kısmının ismi çok bilinmese de, felsefenin bugün ulaştığı
analitik noktaya katkıları büyüktür. Batıda her biri üzerine çalışmalar veya
çalışmalarının değerlendirildiği akademik ortamlar var.
Kant, tabi ki içlerinde en dikkat çekeni,
çünkü şu anki bütün bilişsel algımız, varlığa yaklaşımımız, bilgi
kategorilerimiz Kant’ın klasik yaklaşımları yerle bir eden felsefesiyle
şekillenmiştir. Tabi ki onun kurduğu şekilde değil hiçbir şey, ama onun
prensipleri, eleştirileri aşılabilmiş değil.
Tabi, böyle bir filozofun
öğrencisi(nin öğrencisi) olabilmek sevindirici olduğu kadar sorumluluk kaynağı
da.
Peki adının Kant ile bir
arada durmasının senin için özel bir anlamı var mı?
Bir anlamıyla, Kant’ın da dahil olduğu
silsilenin temsil ettiği akademik kültürü devam ettirmenin sorumluluğunu
hissediyorum.
Felsefe doktorası yaptın, on yıllık evliliğin var, evliliğinden iki çocuğun var.
Zaman bir şekilde geçip gidiyor.
On yıl sonra kendini nerede görüyorsun? Veya nerede, neler yapıyor olmak
istiyorsun? Bu anlamda bir düşünce
haritan var mı?
Oğlumun biri lisede diğeri ortaokulda olur.
Onlarla vakit geçiriyor, tartışıyor olurum.
Akademide ders vermek, birkaç doktora öğrencimle
yayın yapıyor olurum.
Bir de kitap yazıyor olmak istiyorum, artık
kırkımı devirmiş olacağım neticede. Çok hayalperest biri değilim sanırım.
Evet pek hayalperest
değilsin. Bunun dışında ise şu "kitap yazmak istiyorum, artık kırkımı
devirmiş olacağım neticede" cümlene takıldım. Kitap yazmak için kırk
yaşını mı bekliyorsun, yoksa kırk yaşına gelince kitap yazmış olmak gibi bir
zorunluluğun olduğunu mu düşünüyorsun. Bu cümleyi kurma nedenin ne?
Beklemiyorum tabi. Ama acele de etmiyorum. O
yaşa geldiğimde -şu an 7 sene gibi bir zaman var- kitap yazmak için daha geniş
zaman bulabileceğimi düşünüyorum.
Şu an oğullarım çok küçük, onlara ayırmam
gereken zaman ve ilgi var.
Eşimle yapmak istediklerimiz var, onları değil de
kitap yazmayı biraz daha erteleyebilirim.
Keşke ertelemesen.
Felsefe üzerine okuma yapmak
isteyenler için önerilerin neler? İlk olarak kimleri, hangi kitapları okuyarak
başlamalarını önerirsin?
"Bu çok genel soru"yu yanıtlamam
mümkün değil.
Felsefe okumaya başlamak, başlı başına bir ilgi
meselesi. O yüzden bana bunu soranlara ben birkaç soru sormadan onları
yönlendirmiyorum. Reçete olabilecek bir listem olmadığı için üzgünüm. Ama
felsefeye ihtiyaç duyanların, İfadelerin Gramatik Ayrımı gibi, zihinlerini
açacak bazı kitapları karıştırmaları faydalı olur.
Merak ettim; sana bu çok
genel soruyu soranlara, sen hangi soruları soruyorsun? :)
Mesela "Neden felsefe okumak istiyorsunuz?"
diye soruyorum. Kişinin cevabına göre; felsefe tarihine mi, felsefeye mi ilgisi
var ortaya çıkıyor genelde.
Bunun dışında neler okuduğunu, ilgisinin ne
olduğunu öğrenmek istiyorum.
Dediğim birkaç kitabı okur da tekrar sorarsa -ki
çok nadiren oluyor- o zaman öğrenci olup olmadığını, ne okuduğunu vs de hesaba
katarak okumalar tavsiye ediyorum.
Sohbet gittikçe dallanıyor.
Birazcık başa almış olarak şöyle bi soru sorayım; Twitter'ı neden başka bir isim veya
kendi isminle değil de @parmakuclari adıyla kullanıyorsun?
Masterdayken Gazali’nin bir kitabını okuyordum, kitapta ‘Tanrının bilgisi önünde insanın iradesi, tamamen karanlık bir odada kişinin parmaklarını oynatması gibidir” sözünü okumuştum. O zaman bu sözden, kişinin parmaklarını değil ama parmakuçlarının değdiği yeri bilebileceğini çıkarmıştım. Güzel bir metafor olarak kullanmak istedim.
Masterdayken Gazali’nin bir kitabını okuyordum, kitapta ‘Tanrının bilgisi önünde insanın iradesi, tamamen karanlık bir odada kişinin parmaklarını oynatması gibidir” sözünü okumuştum. O zaman bu sözden, kişinin parmaklarını değil ama parmakuçlarının değdiği yeri bilebileceğini çıkarmıştım. Güzel bir metafor olarak kullanmak istedim.
Kendi ismim zaten kullanıcı adı olarak duruyor.
"Tanrının
bilgisi önünde insanın iradesi, tamamen karanlık bir odada kişinin parmaklarını
oynatması gibidir." cümlesi bana pek anlamlı gelmedi. Çünkü burada
"bilgi" ile "irade" karşılaştırması yapılıyormuş gibi
duruyor. Aynı zamanda senin çıkarımında da tuhaf bi tutarsızlık var :) Çünkü
"parmak uçlarımızla kendi parmaklarımızı da bilebiliriz.
Çok uzatmadan şöyle kısa keseyim; Gazali'nin anlatmak istediği tam olarak nedir veya ne olabilir? Rica etsem biraz açar mısın?
Ben de tam bilmiyorum. Sanırım kişi kendi parmağını görmediği halde dokundukları hakkında parmak uçları sayesinde bir takım bilgiler edinebilir demek istiyor. Bu söz de, bilgi-ilahi irade meselesi kadar muğlak. Katılıyorum. Ama hala güzel geliyor.
Çok uzatmadan şöyle kısa keseyim; Gazali'nin anlatmak istediği tam olarak nedir veya ne olabilir? Rica etsem biraz açar mısın?
Ben de tam bilmiyorum. Sanırım kişi kendi parmağını görmediği halde dokundukları hakkında parmak uçları sayesinde bir takım bilgiler edinebilir demek istiyor. Bu söz de, bilgi-ilahi irade meselesi kadar muğlak. Katılıyorum. Ama hala güzel geliyor.
Yanıtın için teşekkürler.
Haklı olarak beğendiğim bir
çok tweetin var. Şu tweetin de onlardan sadece biri:
"Yorulana kadar kimse hangi yolda olduğunu bilmez"
Buna bağlı olarak şöyle sormak istiyorum; peki ya insan hiç yorulmuyorsa, ya hep yürümeye devam ediyorsa?
Bu o insanın yorulacak kadar mesafe gitmediğini gösterir. Maalesef. Bu şekilde çok insanın olduğunu düşünmüyorum ama.
"Yorulana kadar kimse hangi yolda olduğunu bilmez"
Buna bağlı olarak şöyle sormak istiyorum; peki ya insan hiç yorulmuyorsa, ya hep yürümeye devam ediyorsa?
Bu o insanın yorulacak kadar mesafe gitmediğini gösterir. Maalesef. Bu şekilde çok insanın olduğunu düşünmüyorum ama.
İnsanlar genelde,
hangi yolda olduklarını bilseler de, bu yolun ileride, aslında olmayı
istedikleri yolla birleşeceğini düşünürler.
Yorulana kadar kimse hangi yolda olduğunu bilmez.— yasin ramazan (@parmakuclari) 21 Kasım 2018
İnternetin sadece zamanımızı
değil "düşünce, gözlem ve kendimizle hesaplaşma"yı yok ettiğini söyleyenlerdensin. (Tweet ) Senin aksine, ben; internetin aslında insanın düşünüş,
gözlem, izleme, muhasebe şeklini değiştirdiğini görüyorum. Hatta bunları daha
yoğun yaşamamıza neden olduğunu düşünüyorum. Yani; internet sayesinde daha çok
düşünüyor, daha çok gözlemliyor, daha çok hesaplaşıyoruz.
Ne dersin? İnternet zamanımızı mı alıyor, yoksa aslında zamanımıza katkıda mı
bulunuyor?
İkisini de destekler ve çürütür mahiyette örnekler vermek mümkün. Ancak sınırsızlık düşüncesi, insanın yaratıcılığını kısıtlayan bir şey. İnternetin en büyük handikapı bu. Yoksa internetten görüşme, okuma-yazma, kaynaklara ulaşma sayesinde tabi ki zaman kazanıyoruz.
İkisini de destekler ve çürütür mahiyette örnekler vermek mümkün. Ancak sınırsızlık düşüncesi, insanın yaratıcılığını kısıtlayan bir şey. İnternetin en büyük handikapı bu. Yoksa internetten görüşme, okuma-yazma, kaynaklara ulaşma sayesinde tabi ki zaman kazanıyoruz.
Haklısın.
Senden edindiğim izlenimlerden biri de çok okuyan biri olman. Neden bu kadar çok okuyorsun, okumaya nasıl başladın? Ve en son okuduğun kitap hangisiydi?
Okumaya neden başladığımı hatırlamıyorum.
Küçükken edindiğim bir alışkanlık olmalı. En son baştan sona okuduğum kitap Gün
Olur Asra Bedel.
"hâkikati avuçlayamazsın; ona ancak dokunabilirsin"
Bu cümleyi biraz açmanı rica etsem, neler söylemek istersin?
Bu cümleyi biraz açmanı rica etsem, neler söylemek istersin?
Hakikatin elde edilebilir ve daha önemlisi
elde edildiği savunulabilir bir meta olarak düşünülmesine karşı söylenmiş bir
söz. Biri; doğrularıyla kurduğu dünyada, tabi ki bu dünyayı doğrulayacak pek
çok veri elde ediyor, yanlışlayacak verileri de gözardı ederek. Bu bir çeşit zihni eğilim. Bu eğilimin
farkında olan, doğruya ulaştığını düşündüğü konuda bile olsa, hakikati tümüyle
keşfetmiş, adeta onu avuçlamış gibi davranmaz. Ona temas ettiğini,
dokunabildiğini söyleyebilir ama. Yani avuçlamak, hem imkan dahilinde değil hem
de aşırı kibirli.
Yine sitendeki "Sistemin çarkımısın?" başlıklı yazıyı "...insan, sistemin kurucusu ve uygulayıcısı olarak her zaman sistemin efendisidir. Bu durumda rahatlıkla diyebiliriz ki sistemsiz kalma ama sisteme de inanma." cümleleriyle bitirmişsin. Kurduğun bu cümlenin hemen sonrasında ise yazının başlığı halindeki soruya baktığımızda içimden "evet" diye bi cevap geçiveriyor. Sistemin çarkı mıyız?
Sistem, modern dünyanın en anlaşılmaz zihni
yapılarından biri. Sistemsiz herhangi bir şey düşünemiyoruz. Sosyal, bireysel,
politik, dini, tarihi ne varsa onları sistemler olarak düşünmeye yatkınız. Ben
sistemden kaçış olacağına inanmıyorum. Fantastik bir kurgu dünyasında
yaşamıyoruz.
Nedir sistem peki?
Pek çoğumuzun zihninde böyle bir tanımı yok. Çünkü sistemi kuran da, döndüren de çoğunlukla sistem tartışmaları yapmıyor. Sistemin nasıl çalıştığı, nasıl daha iyi çalışacağıyla ilgili yoruyor kafasını, kaynaklarını bunun için harcıyor. Geri kalan da, hangi sisteme dahil olduğunu anlamayla, anlamışsa bundan nasıl çıkacağıyla harcıyor ömrünü.
Nedir sistem peki?
Pek çoğumuzun zihninde böyle bir tanımı yok. Çünkü sistemi kuran da, döndüren de çoğunlukla sistem tartışmaları yapmıyor. Sistemin nasıl çalıştığı, nasıl daha iyi çalışacağıyla ilgili yoruyor kafasını, kaynaklarını bunun için harcıyor. Geri kalan da, hangi sisteme dahil olduğunu anlamayla, anlamışsa bundan nasıl çıkacağıyla harcıyor ömrünü.
Sistemin nasıl çalıştığı mı,
nasıl daha iyi çalışacağı mı, hangi sisteme dahil olduğunu anlamaya çalışan mı,
sistemden çıkmaya çalışan mı, yoksa sistem tartışması yapan mı?
Sen kendini hangi tarafta görüyorsun
veya hangi taraftasın?
Ben sistemin neye tekabül ettiğini anlıyorum,
fakat sistemin çarkı olmaktan alıkoymuyor bu beni. Neden? Çünkü sistem,
evlerimizdeki su şebekesidir mesela. Aldığımız ekmeğin kalite standardına göre
test edilmesidir. Okulda, bir sisteme göre ders programı hazırlanır. Bunlardan
kaçışın imkanı yok. Ama sistemin ne için kullanılacağını, nereye
yönlendirilebileceğini de kestirebiliyorum. Bu yüzden, ne tamamıyla aktif, ne
tamamıyla pasif bir çark, bir dişliyim.
Sistemin dişlisi de olsan, özellikle
"gündem"den uzak kalmak gibi bir uğraşın olduğunu düşünüyorum.
Yanılıyorsam, soruyu geçebiliriz. Yanılmıyorsam, nedenini öğrenmek isterim :)
Çok şükür kendi gündemim oluyor genelde. Hijyenik, kaynağı belli. Kimin nerde hazırladığı belli olmayan gündemleri eve sokmuyoruz.
Çok şükür kendi gündemim oluyor genelde. Hijyenik, kaynağı belli. Kimin nerde hazırladığı belli olmayan gündemleri eve sokmuyoruz.
Mesela neler var gündeminde?
Eve girmesine izin verdiğin gündemler hangileri?
Mesela büyük oğlumun Türkçe’ye adaptasyonu
var. Amerika’dan gelip doğrudan birinci sınıfa başladığı için şu an Türkçe
öğreniyor. Küçük oğlumun diş çıkarması var. Eşimle İstanbul’a alışmaya
çalışıyoruz, köşe bucağı keşfediyoruz.
Gündemimde bir de kitaplar var, kütüphanemi
sürekli elden geçiriyorum. Eskiden aldığım ve artık bana çok bişey söylemeyen
kitapların neden söylemediğiyle ilgileniyorum. Ve daha pek çok gündem maddesi.
Aynı zamanda
"asla" eve girmesine izin
vermediğin gündemler var mı? Çünkü internet sayesinde kapıda kalan
gündemlerin sayısının epey düşük olduğunu düşünüyorum. Ne dersin?
Evde televizyonumuz yok, internetten de haber
sitesi yahut canlı yayın takip etme gibi bi alışkanlığımız olmadı.
Gazete okumam, hele köşe yazılarına hiç katlanamıyorum.
Dolayısıyla hangi gündemin girmeyeceği çok problem olmuyor. Gerçekten insanın
aktif olarak dahil olabileceği, olduğunda da bunun dönüşünü hayatında
alabileceği şeyler dışında her şey kapıda kalıyor.
Twitter’da hashtag gündemleriyle ilgilenmiyorum.
Popüler hesap zaten hiç takip etmem. Sansasyonel hesapları da sessize aldığım
için RT edilse bile önüme düşmez aptallıkları.
İçten cevabın için teşekkürler.
Türkiye'nin en büyük sorunu
olarak "bütün sorunların Türkiye'ye özgü sanılması" olarak görüyorsun.
Bunun biraz daha farklı olan versiyonunu, ben de aylar önce kendimce fark etmiş
ve sonrasında ise; sorunun ya da eksikliğin sadece bizde olduğunu düşünen
kişilerle karşılaştığımda kendilerini de haberdar ederek #aşağılıkkompleksi ve#aşağılıkkompleksli olarak etiketleyerek paylaşmaya başlamıştım. Yaptığım
yanlış mı değil mi, bunun cevabını henüz vermiş değilim. Ama fikir yürütme
biçimlerinin yanlış olduğunu düşündüğüm için böyle ilerlemeye devam ediyorum.
Türkiye'deki en büyük sorun, benim etiketleyerek paylaşacağım kadar basit değildir herhalde. Ya da etiketleyerek paylaşacağım kadar basittir aslında.
Türkiye'deki en büyük sorun, benim etiketleyerek paylaşacağım kadar basit değildir herhalde. Ya da etiketleyerek paylaşacağım kadar basittir aslında.
Ne dersin? Bu insanların "bütün
sorunların Türkiye'ye özgü sanmalarının" nedeni ne olabilir?
İki yönü var gibi geliyor bana.
İki yönü var gibi geliyor bana.
Bir; senin de söylediğin
gibi aşağılık kompleksi. Neden bizim insanımız kadına karşı böyle vahşi yahut
çocuk eğitimi konusunda duyarsızken Avrupalı, Amerikalı insanlar kadını eşbirey
kabul ediyorlar? Gibi. Bu da zihni bir eğilime tekabül ediyor. Öykündüğün şeyin
kötü taraflarını görmezsin. Amerika’da on yıl yaşayan biri olarak söylemem
gerekirse, mesela bu tarz problemlerin global olduğunu söylemek mümkün.
İki; gizli milliyetçilik. Problemleri bize has
sananların bir kısmı da, Türk olmanın ayrıcalık olduğuna inanıyor. Ancak bu ayrıcalığı
dayandıracağı makul bir temel olmadığı için, beğenmediği şeyleri bize has
kılarak yine farkı ortaya koymuş oluyor. Bunlar aynı kişilerde farklı oranlarda
da bulunuyor bence. Biraz aşağılık duygusu, paradoksal olsa da, biraz
milliyetçilik.
Bunu milliyetçilik üzerinden hiç düşünmemiştim. Konuyu biraz da milliyetçilik üzerinden (ki söylediğin gibi paradoksal oluyor ama) düşünmek iyi olacaktır.
Türkiye dışında on yıl
yaşadığın için eminim orada bir çok şeye alışmış, zamanla tekrar yaşadıkça da daha doğal
karşılamaya başlamışsındır. Ama buna rağmen bazen insanın alışamadığı veya
doğal karşılayamadığı durumlar olur. Senin böyle bir anın var mı? Veya
alışamadığın, doğal karşılamakta güçlük çektiğin bir şey var mı?
Olmaz mı? Amerikalılar bireysel yaşamaya
alışmış bir toplum. Birbirlerinden sakınırcasına özel hayatı kutsarlar. Bir
dereceye kadar bunu anlayışla karşılasam da, kendi tatminsizliklerini de
doğuran bu döngüye ben hiç alışamadım mesela.
Teklifsizlik, Amerika’da bilhassa
yeni kuşakların hiç bilmediği bir iletişim tarzı. Bunu, kabalık yahut tecavüz
olarak algılamalarına, iki dost arasında, yahut eşler arasında teklifsizliği
kaldırarak iletişim kurmalarına hiç alışamadım. Bana çok trajik geliyor bu
halleri.
Bunun dışında bazı adab-ı muaşeret kuralları
farklı. Onlardan alışabildiklerim oldu, mesela yaş farkının tamamen
kaldırılarak iletişim kurulması.
Genç-yaşlı herkesin birbirine ismiyle hitap
etmesine alıştım. Hatta benim gibi dışarıdan gelenler için bu, adaptasyonu
kolaylaştıran bir kültürel geçişkenlik sağlıyor.
Peki alışkanlığını
burada devam ettiriyor ve ettirebiliyor musun?
Bunu söylemek için erken ama ettirdiklerim
bıraktıklarımdan daha çok. Batının iyi yanlarını getirdim yani :)
İyi yaptın. Hoş geldin :)
Cevapların ve zaman ayırdığın için teşekkür eder, ailenle bu dünyada ve öteki dünyada mutlu bir hayat yaşamanı dilerim. Sevgiler.
Cevapların ve zaman ayırdığın için teşekkür eder, ailenle bu dünyada ve öteki dünyada mutlu bir hayat yaşamanı dilerim. Sevgiler.
Ben teşekkür ederim. Soruları cevaplarken bazı
şeyler hakkında tekrar düşünme imkanım oldu.
(10 yıl önce Amerika'ya ilk gidildiğinde çekilen fotoğraf :)
Yorumlar
Yorum Gönder
Fikir, görüş, öneri ve yorumlarını paylaştığın için teşekkürler.