Ana içeriğe atla

Yasin Ramazan Başaran röportajı

Sosyal medyada, güldürmeden düşündürmesiyle dikkatimi çekmişti ve takip ettikçe kendisinin dolu dolu olmasının yanında çok da mütevazi biri olduğunu gördüm. Yazılı röportaj teklifimi kabul edince de soruları göndermeye başladım ve işte ortaya aşağıda okuyacağınız röportaj çıktı.

Seni sosyal medyadan tanıyorum. Aslında tanımak da değil, "biliyorum" desem daha doğru olur. Tabii sadece attığın tweetlerden hangisiyle karşılaştıysam, senin de o kadarını biliyorum.
Karşılaştığım tweetlerdeki "sen" dışında ve hatta @twitter'daki senin dışında Yasin Ramazan kimdir?
Bunu tam olarak bilmiyorum. Twitter’da oluşturduğum persona ben değilim tabi ama bunu çok da önemsemediğim için neyi dışarıda bıraktığımı tam bilmiyorum. Lisedeyken kuruyemişçide çalıştığımdan bile bahsetmiştim.
Altı kardeşin beşincisiyim. Ankara’da doğdum büyüdüm, İlahiyat’ı Ankara’da okudum. Kısa bir süre Kırıkkale’de imamlık yaptıktan sonra Amerika’ya doktoraya gittim. 10 yıllık evliyim, iki emanetimiz var. Bilmiyorum ki Yasin Ramazan bunların dışında kimdir?

İlahiyat okuyup, imamlık yaptıktan sonra Amerika'da doktora yapmak, sık karşılaşılan bir durum olmasa gerek. Bu nasıl oldu; neden ilahiyat, neden imamlık ve sonrasında neden felsefe doktorası?
Şartlar diyelim. İmamlık planlı olmadı, okulu bitirir bitirmez bir iş imkanı olarak düşündüm ama daha bir ay geçmeden bursu da kazandım. Felsefe ilahiyattayken istediğim bir alandı. Bu arada İlahiyat'ta kaldığım tek ders Din Felsefesi'dir :)

Din Felsefesi'nden kalmanın nedeni, sanırım din alanında ilerlemek istemediğin için olsa gerek?
Çünkü ilahiyat mezuniyetinden sonra, imamlığın senin için planlı olmadığını, sadece okulu bitirir bitirmez iş imkânı olarak düşündüğünü söyledin. Ya da tahminimi boş verip, senden öğrensem; başka bir nedeni var mı? Neden o dersten kaldın? :)
Hayır, din felsefesi de bir yönüyle bir "din alanı." Mesela İslam felsefesi ile din felsefesi arasında çok büyük bi fark görmüyorum. Sadece felsefe tarihi ile felsefenin karıştırıldığını düşünürüm. Ben daha ayık, daha gerçekçi bulduğum için felsefeyi tercih ettim.
Felsefenin de iş olarak yapılabileceği belki de tek yer akademi. İmamlığı bırakıp akademiye geçmem de bu yüzden. 
Dersten kalmamın sebebi ise hocanın ne anlattığını anlamamamdı. Kendisi felsefe tarihi müfredatıyla din felsefesi yapmaya çalışıyormuş. Bunu daha sonraki zamanlarda anladım. Zaten bir sonraki dönem, bir başka hocanın din felsefesi dersinden rahatlıkla geçmiştim.

Din felsefesi, doğu felsefesi, batı felsefesi, islam felsefesi, hristiyan felsefesi, yahudi felsefesi, uzayda yaşam felsefesi, x felsefesi. Felsefe nedir, ne işimize yarıyor?
Bir disiplin olan felsefe var, bir de metod olan felsefe. Disiplin olanın daha çok metodolojik spekülasyon, yani bilinenden hareketle bilinmeyenin keşfi olduğunu düşünüyorum. Bu sistematik ve kollektif eğitim gerektiriyor. Metod olan ise, her türlü insan düşüncesine içkindir. Bugün gezerken şahit olduğunuz bir olayı, olay olup bittikten sonra kısacık bile düşünüyorsanız, tebrikler. Felsefecisiniz.

Harika :) Peki, felsefe hayatımızda olmazsa olmuyor mu, yoksa olmadığını düşünsek bile zaten hayatımızda var mı?
Bu dediğim anlamda, felsefe yapmayan insan yoktur gibime geliyor. Ama çoğu insan kötü felsefe yapıyor tabi. Yaşadığı olayı zihninden geçirip yargılarken tutarsız, taraflı veya yanlış örneklem üzerine değerlendirebilir. Ama yaptığı yine de kaçınılmaz olarak felsefedir.

Yukarıda imamlık konusunu da açmışken; özellikle takip etmiyorum ama denk geldikçe baktığım ilginç konulardan biri olduğu için soracağım:
Bazı islami çevrelerde "imamların para alması" konusu çok tartışılır. Bu konuda ne düşünüyorsun? Olaya sadece bir müslüman olarak baktığında, sence imamlık diye bir meslek olmalı mı?
İmamlar devlet memuru. Para almaları kadar doğal bir şey yok. İmamlık diye bir meslek bir şekilde var zaten; olmalı mı, olmamalı çok anlamlı bir tartışma gelmiyor bana. Ancak imamların da içinde bulunduğu, genel bir ‘devlet karakterli din’ anlayışı var. Bence sorunun dibine kadar ineceksek, bunu tartışmalıyız. Dinin devletten çok, devletin din üzerine hakimiyeti söz konusu. Bence bunun gibi temel meseleler halledilmeden imamları ve maaşları konuşmak çok anlamlı değil.

Şu an anlamlı değil diye, anlamlı olacağı güne kadar konuşmamak da anlamlı değil :)
Anlamlı bir yolunu bulan konuşsun. Biraz vakit ve enerji kaybı olarak gelir bana :)

İmamlık mesleğinin, devletin icadı olduğunu düşünüyorum.  Devlet imamlık mesleğini icad ederek, bir anda imamları devlet memuruna çevirip, onlar aracılığıyla da din üzerinde hakimiyet kurmaya başlıyor.
Tabii bu sadece islam için geçerli değil. Tüm dinlere baktığımızda; dinin tahrifi devletin icad ettiği veya tanıdığı din adamlarıyla başlıyor.
(Bu bir soru değil, daha çok kendi yorumum ve bunu nasıl soruya çevireceğimi de bilmiyorum. Sorusuz olarak düşüncemi paylaşmış olayım. )
Bu modern devletin hakimiyet alanını insanların en mahrem alanlarına kadar uzatma çabasıyla ilgili sanıyorum. Sadece bizde değil tabi. Bizde de Cumhuriyet’le, yani Diyanet’le başlaması söz konusu değil. Bunlar olduğunda yaklaşık yüz yıldır devletin dini otoriteyi ve akademiyi kendine bağlama çabası devam ediyordu.

Dinin devlet tarafından desteklendiği bir anlayıştansa, tamamen kişinin özgür iradesine ve hayat anlayışına bırakılmış bir din yaşamından yanayım. Bu yüzden de ülkemizde, Vatikan veya Papalık taklidi olan Diyanet'in gereksiz bir kurum olduğunu düşünüyorum. Yani açıkçası; bir müslüman olarak, Diyanet veya benzeri bir kurumun olmaması gerektiğine inanıyorum. Çünkü bu anlamda "devlet din öğreten, veya en basitinden din hakkında herhangi bir çerçeve belirleyen değil, halkın dinini rahatça, özgürce yaşamasını sağlayan bir yapıdan ibaret olmalı" diye düşünüyorum. Sen diyanet ve devletin din öğretmesi konusunda ne düşünüyorsun?
Bu konuda müktesabatım çok geniş değil ama görüşlerine büyük ölçüde katılıyorum. Diyanet, bir inanan olarak sana gereksiz geliyor tabi ki. Ama devlet için oldukça gerekli. 
Bunu kurum olarak Diyanet’le sınırlı tutmak da doğru olmayabilir. Osmanlı’nın son yüzyılından itibaren geliştirilen ulus-devlet yaklaşımında, dinin, hukukun ve akademinin devletin organları haline getirilmesi yaklaşımı devam ediyor. Hal böyle olunca, kişiyi devlet mekanizmalarından koruyacak hukuki, dini veya ilmi bir dayanak kalmıyor. Diyanet meselesi bu çerçevede daha açıklıkla tartışılabilir diye düşünüyorum.

Paylaşımlarından biri aldığın "Felsefi Silsile" üzerineydi. Felsefi silsile nedir? Neden verilir, herkese verilir mi?
Silsilenin esprisi geleneksel bir eğitimden geçti demek. Yani doktora şartlarını belirleyen bir üniversite üst kurulu var (Türkiye’de bunları YÖK belirliyor).
Üniversite diploma standartları yeniliğe daha çok açık, sürekli değişebilir. Bazı felsefeciler bunları yetersiz veya bazı şartları gereksiz bulabiliyor. Mesela benim, mecbur olmadığım halde öğrendiğim diller, klasik usulle okuduğum felsefi eserler oldu. 
Arapça’dan çeviri yapmak gibi aslında modern akademinin çok aşina olmadığı yöntemleri kullanarak bir akademik geleneği devam ettirmek istiyorlar. Silsileyi, bu şekilde bir eğitimden geçirdiği, bir nevi bayrağı devralacağını düşündüğü öğrencilerine veriyor. Benim hocamın verdiği ikinci öğrencisiyim.

Hocan (adını merak etmedim değil :)) bayrağı devralacağını düşündüğü için sana verdi. Peki sen bayrağı taşıyacak mısın? Taşıyacaksan veya taşımayacaksan nedenini söyler misin?
Hocam John Walbridge. Aynı zamanda doktora danışmanım.
Bayrağı taşımak için gayret edeceğim elbette, çünkü bu insanlığın ortak mirasını ifade eden soyut bir silsile. Buradan, insanlara düşünmeyi, tartışmayı, insan olmanın güzelliğini ortaya koyan pek çok isim, pek çok metin çıktı. Ben de bir katkımın olmasını isterim.

Bu arada silsilede Kant dahil bir çok kişi var. (Açıkçası listedeki isimlerden sadece Kant'ı biliyorum.) Onların silsilede olmalarının nedeni ne, silsile de adları neden var?
Onlar, akademide birbirlerini önceleyen isimler. Leibniz’den itibaren düzenli bir şekilde doktora öğrencilerini yetiştirmişler. Bir kısmının ismi çok bilinmese de, felsefenin bugün ulaştığı analitik noktaya katkıları büyüktür. Batıda her biri üzerine çalışmalar veya çalışmalarının değerlendirildiği akademik ortamlar var.
Kant, tabi ki içlerinde en dikkat çekeni, çünkü şu anki bütün bilişsel algımız, varlığa yaklaşımımız, bilgi kategorilerimiz Kant’ın klasik yaklaşımları yerle bir eden felsefesiyle şekillenmiştir. Tabi ki onun kurduğu şekilde değil hiçbir şey, ama onun prensipleri, eleştirileri aşılabilmiş değil. 
Tabi, böyle bir filozofun öğrencisi(nin öğrencisi) olabilmek sevindirici olduğu kadar sorumluluk kaynağı da.

Peki adının Kant ile bir arada durmasının senin için özel bir anlamı var mı?
Bir anlamıyla, Kant’ın da dahil olduğu silsilenin temsil ettiği akademik kültürü devam ettirmenin sorumluluğunu hissediyorum.

Felsefe doktorası yaptın, on yıllık evliliğin var, evliliğinden iki çocuğun var. 
Zaman bir şekilde geçip gidiyor. On yıl sonra kendini nerede görüyorsun? Veya nerede, neler yapıyor olmak istiyorsun?  Bu anlamda bir düşünce haritan var mı?
Oğlumun biri lisede diğeri ortaokulda olur. Onlarla vakit geçiriyor, tartışıyor olurum.
Akademide ders vermek, birkaç doktora öğrencimle yayın yapıyor olurum.
Bir de kitap yazıyor olmak istiyorum, artık kırkımı devirmiş olacağım neticede. Çok hayalperest biri değilim sanırım.

Evet pek hayalperest değilsin. Bunun dışında ise şu "kitap yazmak istiyorum, artık kırkımı devirmiş olacağım neticede" cümlene takıldım. Kitap yazmak için kırk yaşını mı bekliyorsun, yoksa kırk yaşına gelince kitap yazmış olmak gibi bir zorunluluğun olduğunu mu düşünüyorsun. Bu cümleyi kurma nedenin ne?
Beklemiyorum tabi. Ama acele de etmiyorum. O yaşa geldiğimde -şu an 7 sene gibi bir zaman var- kitap yazmak için daha geniş zaman bulabileceğimi düşünüyorum. 
Şu an oğullarım çok küçük, onlara ayırmam gereken zaman ve ilgi var. 
Eşimle yapmak istediklerimiz var, onları değil de kitap yazmayı biraz daha erteleyebilirim.

Keşke ertelemesen.
Felsefe üzerine okuma yapmak isteyenler için önerilerin neler? İlk olarak kimleri, hangi kitapları okuyarak başlamalarını önerirsin?
"Bu çok genel soru"yu yanıtlamam mümkün değil.
Felsefe okumaya başlamak, başlı başına bir ilgi meselesi. O yüzden bana bunu soranlara ben birkaç soru sormadan onları yönlendirmiyorum. Reçete olabilecek bir listem olmadığı için üzgünüm. Ama felsefeye ihtiyaç duyanların, İfadelerin Gramatik Ayrımı gibi, zihinlerini açacak bazı kitapları karıştırmaları faydalı olur.

Merak ettim; sana bu çok genel soruyu soranlara, sen hangi soruları soruyorsun? :)
Mesela "Neden felsefe okumak istiyorsunuz?" diye soruyorum. Kişinin cevabına göre; felsefe tarihine mi, felsefeye mi ilgisi var ortaya çıkıyor genelde.
Bunun dışında neler okuduğunu, ilgisinin ne olduğunu öğrenmek istiyorum. 
Dediğim birkaç kitabı okur da tekrar sorarsa -ki çok nadiren oluyor- o zaman öğrenci olup olmadığını, ne okuduğunu vs de hesaba katarak okumalar tavsiye ediyorum.

Sohbet gittikçe dallanıyor. Birazcık başa almış olarak şöyle bi soru sorayım; Twitter'ı neden başka bir isim veya kendi isminle değil de @parmakuclari adıyla kullanıyorsun?
Masterdayken Gazali’nin bir kitabını okuyordum, kitapta ‘Tanrının bilgisi önünde insanın iradesi, tamamen karanlık bir odada kişinin parmaklarını oynatması gibidirsözünü okumuştum. O zaman bu sözden, kişinin parmaklarını değil ama parmakuçlarının değdiği yeri bilebileceğini çıkarmıştım. Güzel bir metafor olarak kullanmak istedim. 
Kendi ismim zaten kullanıcı adı olarak duruyor.

"Tanrının bilgisi önünde insanın iradesi, tamamen karanlık bir odada kişinin parmaklarını oynatması gibidir." cümlesi bana pek anlamlı gelmedi. Çünkü burada "bilgi" ile "irade" karşılaştırması yapılıyormuş gibi duruyor. Aynı zamanda senin çıkarımında da tuhaf bi tutarsızlık var :) Çünkü "parmak uçlarımızla kendi parmaklarımızı da bilebiliriz.
Çok uzatmadan şöyle kısa keseyim; Gazali'nin anlatmak istediği tam olarak nedir veya ne olabilir? Rica etsem biraz açar mısın?

Ben de tam bilmiyorum. Sanırım kişi kendi parmağını görmediği halde dokundukları hakkında parmak uçları sayesinde bir takım bilgiler edinebilir demek istiyor. Bu söz de, bilgi-ilahi irade meselesi kadar muğlak. Katılıyorum. Ama hala güzel geliyor.

Yanıtın için teşekkürler. 
Haklı olarak beğendiğim bir çok tweetin var. Şu tweetin de onlardan sadece biri:
"Yorulana kadar kimse hangi yolda olduğunu bilmez"
Buna bağlı olarak şöyle sormak istiyorum; peki ya insan hiç yorulmuyorsa, ya hep yürümeye devam ediyorsa?

Bu o insanın yorulacak kadar mesafe gitmediğini gösterir. Maalesef. Bu şekilde çok insanın olduğunu düşünmüyorum ama. 
İnsanlar genelde, hangi yolda olduklarını bilseler de, bu yolun ileride, aslında olmayı istedikleri yolla birleşeceğini düşünürler.

İnternetin sadece zamanımızı değil "düşünce, gözlem ve kendimizle hesaplaşma"yı yok ettiğini söyleyenlerdensin. (Tweet Senin aksine, ben; internetin aslında insanın düşünüş, gözlem, izleme, muhasebe şeklini değiştirdiğini görüyorum. Hatta bunları daha yoğun yaşamamıza neden olduğunu düşünüyorum. Yani; internet sayesinde daha çok düşünüyor, daha çok gözlemliyor, daha çok hesaplaşıyoruz. 
Ne dersin? İnternet zamanımızı mı alıyor, yoksa aslında zamanımıza katkıda mı bulunuyor?
İkisini de destekler ve çürütür mahiyette örnekler vermek mümkün. Ancak sınırsızlık düşüncesi, insanın yaratıcılığını kısıtlayan bir şey. İnternetin en büyük handikapı bu. Yoksa internetten görüşme, okuma-yazma, kaynaklara ulaşma sayesinde tabi ki zaman kazanıyoruz.

Haklısın. 
Senden edindiğim izlenimlerden biri de çok okuyan biri olman. Neden bu kadar çok okuyorsun, okumaya nasıl başladın? Ve en son okuduğun kitap hangisiydi?
Okumaya neden başladığımı hatırlamıyorum. Küçükken edindiğim bir alışkanlık olmalı. En son baştan sona okuduğum kitap Gün Olur Asra Bedel.

Sitene (https://yasinramazan.wordpress.combakınırken şu cümle dikkatimi çekti:
"hâkikati avuçlayamazsın; ona ancak dokunabilirsin"
Bu cümleyi biraz açmanı rica etsem, neler söylemek istersin?
Hakikatin elde edilebilir ve daha önemlisi elde edildiği savunulabilir bir meta olarak düşünülmesine karşı söylenmiş bir söz.  Biri; doğrularıyla kurduğu dünyada, tabi ki bu dünyayı doğrulayacak pek çok veri elde ediyor, yanlışlayacak verileri de gözardı ederek. Bu bir çeşit zihni eğilim. Bu eğilimin farkında olan, doğruya ulaştığını düşündüğü konuda bile olsa, hakikati tümüyle keşfetmiş, adeta onu avuçlamış gibi davranmaz. Ona temas ettiğini, dokunabildiğini söyleyebilir ama. Yani avuçlamak, hem imkan dahilinde değil hem de aşırı kibirli.

Yine sitendeki "Sistemin çarkımısın?" başlıklı yazıyı "...insan, sistemin kurucusu ve uygulayıcısı olarak her zaman sistemin efendisidir. Bu durumda rahatlıkla diyebiliriz ki sistemsiz kalma ama sisteme de inanma." cümleleriyle bitirmişsin. Kurduğun bu cümlenin hemen sonrasında ise yazının başlığı halindeki soruya baktığımızda içimden "evet" diye bi cevap geçiveriyor. Sistemin çarkı mıyız?
Sistem, modern dünyanın en anlaşılmaz zihni yapılarından biri. Sistemsiz herhangi bir şey düşünemiyoruz. Sosyal, bireysel, politik, dini, tarihi ne varsa onları sistemler olarak düşünmeye yatkınız. Ben sistemden kaçış olacağına inanmıyorum. Fantastik bir kurgu dünyasında yaşamıyoruz.

Nedir sistem peki?
Pek çoğumuzun zihninde böyle bir tanımı yok. Çünkü sistemi kuran da, döndüren de çoğunlukla sistem tartışmaları yapmıyor. Sistemin nasıl çalıştığı, nasıl daha iyi çalışacağıyla ilgili yoruyor kafasını, kaynaklarını bunun için harcıyor. Geri kalan da, hangi sisteme dahil olduğunu anlamayla, anlamışsa bundan nasıl çıkacağıyla harcıyor ömrünü.

Sistemin nasıl çalıştığı mı, nasıl daha iyi çalışacağı mı, hangi sisteme dahil olduğunu anlamaya çalışan mı, sistemden çıkmaya çalışan mı, yoksa sistem tartışması yapan mı?
Sen kendini hangi tarafta görüyorsun veya hangi taraftasın?
Ben sistemin neye tekabül ettiğini anlıyorum, fakat sistemin çarkı olmaktan alıkoymuyor bu beni. Neden? Çünkü sistem, evlerimizdeki su şebekesidir mesela. Aldığımız ekmeğin kalite standardına göre test edilmesidir. Okulda, bir sisteme göre ders programı hazırlanır. Bunlardan kaçışın imkanı yok. Ama sistemin ne için kullanılacağını, nereye yönlendirilebileceğini de kestirebiliyorum. Bu yüzden, ne tamamıyla aktif, ne tamamıyla pasif bir çark, bir dişliyim.

Sistemin dişlisi de olsan, özellikle "gündem"den uzak kalmak gibi bir uğraşın olduğunu düşünüyorum. Yanılıyorsam, soruyu geçebiliriz. Yanılmıyorsam, nedenini öğrenmek isterim :)
Çok şükür kendi gündemim oluyor genelde. Hijyenik, kaynağı belli. Kimin nerde hazırladığı belli olmayan gündemleri eve sokmuyoruz.

Mesela neler var gündeminde? Eve girmesine izin verdiğin gündemler hangileri?
Mesela büyük oğlumun Türkçe’ye adaptasyonu var. Amerika’dan gelip doğrudan birinci sınıfa başladığı için şu an Türkçe öğreniyor. Küçük oğlumun diş çıkarması var. Eşimle İstanbul’a alışmaya çalışıyoruz, köşe bucağı keşfediyoruz.
Gündemimde bir de kitaplar var, kütüphanemi sürekli elden geçiriyorum. Eskiden aldığım ve artık bana çok bişey söylemeyen kitapların neden söylemediğiyle ilgileniyorum. Ve daha pek çok gündem maddesi.

Aynı zamanda "asla" eve girmesine izin  vermediğin gündemler var mı? Çünkü internet sayesinde kapıda kalan gündemlerin sayısının epey düşük olduğunu düşünüyorum. Ne dersin?
Evde televizyonumuz yok, internetten de haber sitesi yahut canlı yayın takip etme gibi bi alışkanlığımız olmadı.
Gazete okumam, hele köşe yazılarına hiç katlanamıyorum. Dolayısıyla hangi gündemin girmeyeceği çok problem olmuyor. Gerçekten insanın aktif olarak dahil olabileceği, olduğunda da bunun dönüşünü hayatında alabileceği şeyler dışında her şey kapıda kalıyor.
Twitter’da hashtag gündemleriyle ilgilenmiyorum. Popüler hesap zaten hiç takip etmem. Sansasyonel hesapları da sessize aldığım için RT edilse bile önüme düşmez aptallıkları.

İçten cevabın için teşekkürler.
Türkiye'nin en büyük sorunu olarak "bütün sorunların Türkiye'ye özgü sanılması" olarak görüyorsun. Bunun biraz daha farklı olan versiyonunu, ben de aylar önce kendimce fark etmiş ve sonrasında ise; sorunun ya da eksikliğin sadece bizde olduğunu düşünen kişilerle karşılaştığımda kendilerini de haberdar ederek #aşağılıkkompleksi ve#aşağılıkkompleksli olarak etiketleyerek paylaşmaya başlamıştım. Yaptığım yanlış mı değil mi, bunun cevabını henüz vermiş değilim. Ama fikir yürütme biçimlerinin yanlış olduğunu düşündüğüm için böyle ilerlemeye devam ediyorum.
Türkiye'deki en büyük sorun, benim etiketleyerek paylaşacağım kadar basit değildir herhalde. Ya da etiketleyerek paylaşacağım kadar basittir aslında.
Ne dersin? Bu insanların "bütün sorunların Türkiye'ye özgü sanmalarının" nedeni ne olabilir?
İki yönü var gibi geliyor bana. 
Bir; senin de söylediğin gibi aşağılık kompleksi. Neden bizim insanımız kadına karşı böyle vahşi yahut çocuk eğitimi konusunda duyarsızken Avrupalı, Amerikalı insanlar kadını eşbirey kabul ediyorlar? Gibi. Bu da zihni bir eğilime tekabül ediyor. Öykündüğün şeyin kötü taraflarını görmezsin. Amerika’da on yıl yaşayan biri olarak söylemem gerekirse, mesela bu tarz problemlerin global olduğunu söylemek mümkün.
İki; gizli milliyetçilik. Problemleri bize has sananların bir kısmı da, Türk olmanın ayrıcalık olduğuna inanıyor. Ancak bu ayrıcalığı dayandıracağı makul bir temel olmadığı için, beğenmediği şeyleri bize has kılarak yine farkı ortaya koymuş oluyor. Bunlar aynı kişilerde farklı oranlarda da bulunuyor bence. Biraz aşağılık duygusu, paradoksal olsa da, biraz milliyetçilik.

Bunu milliyetçilik üzerinden hiç düşünmemiştim. Konuyu biraz da milliyetçilik üzerinden (ki söylediğin gibi paradoksal oluyor ama) düşünmek iyi olacaktır.
Türkiye dışında on yıl yaşadığın için eminim orada bir çok şeye alışmış, zamanla tekrar yaşadıkça da daha doğal karşılamaya başlamışsındır. Ama buna rağmen bazen insanın alışamadığı veya doğal karşılayamadığı durumlar olur. Senin böyle bir anın var mı? Veya alışamadığın, doğal karşılamakta güçlük çektiğin bir şey var mı?
Olmaz mı? Amerikalılar bireysel yaşamaya alışmış bir toplum. Birbirlerinden sakınırcasına özel hayatı kutsarlar. Bir dereceye kadar bunu anlayışla karşılasam da, kendi tatminsizliklerini de doğuran bu döngüye ben hiç alışamadım mesela. 
Teklifsizlik, Amerika’da bilhassa yeni kuşakların hiç bilmediği bir iletişim tarzı. Bunu, kabalık yahut tecavüz olarak algılamalarına, iki dost arasında, yahut eşler arasında teklifsizliği kaldırarak iletişim kurmalarına hiç alışamadım. Bana çok trajik geliyor bu halleri.
Bunun dışında bazı adab-ı muaşeret kuralları farklı. Onlardan alışabildiklerim oldu, mesela yaş farkının tamamen kaldırılarak iletişim kurulması. 
Genç-yaşlı herkesin birbirine ismiyle hitap etmesine alıştım. Hatta benim gibi dışarıdan gelenler için bu, adaptasyonu kolaylaştıran bir kültürel geçişkenlik sağlıyor.

Peki alışkanlığını burada devam ettiriyor ve ettirebiliyor musun?
Bunu söylemek için erken ama ettirdiklerim bıraktıklarımdan daha çok. Batının iyi yanlarını getirdim yani :)

İyi yaptın. Hoş geldin :)
Cevapların ve zaman ayırdığın için teşekkür eder, ailenle bu dünyada ve öteki dünyada mutlu bir hayat yaşamanı dilerim. Sevgiler.
Ben teşekkür ederim. Soruları cevaplarken bazı şeyler hakkında tekrar düşünme imkanım oldu.


(10 yıl önce Amerika'ya ilk gidildiğinde çekilen fotoğraf :)

Yorumlar