Ana içeriğe atla

Erol Göka ile Hayatın Anlamı Var Mı üzerine

İnsanoğlunun kendi kendine sorduğu en önemli sorulardan biridir ‘Hayatın anlamı var mı?’ Prof. Dr. Erol Göka, bizi bu soru üzerinden hayata, anlama, arzuya, iradeye, teslimiyet ve mücadeleye ve elbette ‘iyi hayat’ın ne olabileceğine uzanan bir düşünce yolculuğuna çıkarıyor.
 ‘Hayatın Anlamı Var mı?’, Hazır reçeteler sunmak yerine, hayatın anlamını ararken bakılması gereken yerleri gösteriyor ve okura ‘Mücadele ve teslimiyet, hem de aynı anda!’ diyor.


‘Hayatın Anlamı Var Mı?’ ifadesini kitap adı olarak belirlemeye nasıl karar verdiniz?
Kafamda varoluşçu yaklaşımın temel kavramları olan “ölüm”, “anlam”, “yalnızlık” ve “özgürlük” başlıklarını ayrı birer kitap halinde çalışma fikri öteden beri vardı. “Hoşçakal” kitabıyla ölümü, “Aşk Her Şeyi Affederse” kitabıyla özgürlüğü yazmaya çalıştım.  Sırada anlam vardı, kim ne derse desin, “Hayatın Anlamı Var Mı?” sorusu, anlam sorunlarını çok iyi ifade ediyordu.
“Kendini âlemin merkezi sanan insan, aynı zamanda kendini hiçbir şeyden sorumlu olmayacak kadar acz içinde gören de yine aynı insandı.” diyorsunuz. İnsanın hayatında karşılaştığı sorunların sebebi kendini âlemin merkezinde görmesi mi?İnsanın kendisini âlemin merkezinde görmesini psikoloji diliyle “narsisizm” diye ifade edebiliriz. Evet, narsisizm dün geleneksel dünyada kısmen, bugün modern hayatta büyük ölçüde karşılaştığımız sorunların temeliydi. Dün “kısmen” diyorum zira modern-öncesi zamanlarda, narsisizmin şahikasına ulaşmış firavunlar, nemrutlar vardı ama insanlığın temel dertlerinden birisi, dünyadaki önemini yeterince fark edememesiydi. Bu yüzden Şeyh Galib,  “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen /Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” diyerek, insana önemini hatırlatmaya çalışıyordu. Kopernik devrimiyle birlikte önce dünyayı sonra özellikle Darwin’in evrim teorisiyle kendimizi âlemin merkezine yerleştirdik. Bugün artık kendimize çakılıyız, evrenin ne kadar uçsuz bucaksız olduğunu bilmemize rağmen; oysa geleneksel insanın evren algısıyla birlikte kendini algılaması çok küçüktü.
Aynı zamanda insanın “Hayatın anlamı var mı?” sorusunun cevabını bulamayışının nedeni, kendini âlemin merkezinde görmesi olabilir mi?“Hayatın anlamı” probleminin sanılanın aksine sadece modern zamanlarda değil her zaman insanın temel problemlerinden olduğunu sanıyorum. Geleneksel dünyada hem insan ömrü çok kısaydı hem de insanlar hayatta kalabilmek, iyi nesiller yetiştirebilmek için tırnaklarıyla yaşama tutunmak, mücadele etmek durumundaydılar. Dolayısıyla bu mücadele beraberinde bir anlam da getiriyordu, geleneksel insan mücadelenin yanı sıra hayatın güçlüklerine karşı belli bir teslimiyet içinde de yaşıyor, teslimiyet, onun mücadele ederek bulduğu anlamı daha da pekiştiriyordu. Günümüzün narsist insanı, hem mücadeleden hem teslimiyetten genellikle bihaber olduğu için daha çok anlam problemlerine gark oluyor.
Kendini hiçbir şeyden sorumlu görmemek neden acizlik olsun? Kişinin hiçbir şeyden sorumlu olmayacak kadar acz olduğunu bilmesi, aslında daha güçlü olduğunu da gösterebilir bence. Yanılıyor muyum?Çok haklısınız lakin ortada biraz çetrefil bir durum var. İnsanın sorumluluk tahtından inmesi, kendini sorumlu görmemesi, artık iradesinden firar etmesiyle ilgili.  Kendimizi iradesi olan, yaşadığı hayatın, yaptıklarının sorumluluğunu üstlenebilen bir varlık olarak görmüyoruz ama bir yandan da her şeyi arzulamaya, her şeyi istemeye muktedir bir varlıkmışız gibi yaşıyoruz. Narsizmimizin esasını da bu yatıştırılmamış arzu yatağımız oluşturuyor. Yani bizim fani, ölümlü varlığımızın okyanusta bir damla, âlemde bir zerre olduğu bilincinden kaynaklanmıyor halimiz. Her şeyi isteyen ama hiçbir şeyden sorumlu olmayan bir çocuk gibi yaşamak istiyoruz. Modernliğe akla ve bilime verdiği önemle insanın ergenlik döneminden çıkması diye bakılır ama psikolojik olarak tam tersi geçerli, modernlikle birlikte çocuklaşıyoruz.
Kitabınızdaki şu alıntı; “Mutlak özgürlük yalnızca Allah’a aittir ve insan ilahi nitelikte bürünebildiği ölçüde özgürlüğe ulaşabilir.” ve hemen devamında ise sizin “Şu halde ‘insan-ı Kamil” dışında özgür insan yoktur.” cümlenizle birleşince sanki bir insan inançlı değil ise, özgür olamaz gibi bir çağrışım yaptı bende. Acaba yanlış mı anladım veya sizce o cümleden ne anlamalıyım?Hayır, hayır yanlış anlamışsınız. “Anlam”, “anlamsızlık”, “özgürlük” gibi konular inançlı olsun olmasın her insanı kapsayan, hepimizi ilgilendiren konulardır. Herkes de ruhsal aygıtının kuruluşuna, yapısına, işleyişine göre kendisine dünya bir yer bulur, hayatına bir anlam verir. Kimse inançlı birisinin hayatını daha anlamlı ve daha özgür yaşadığını ileri süremez, ben de sürmüyorum. Sadece inançlı birisi olarak bu konulara nasıl yaklaştığımı okuyucuya göstermek istiyorum, inançlı insanları anlam konularında hazırlopçulukla suçlayanlara cevap vermeye çalışıyorum. Şüphesiz inancın anlam ve özgürlük sorunlarında insanları daha şanslı kıldığını belirtiyorum (zaten o yüzden inançlıyım) ama inancın kendisi her şeyin çaresi de değildir; inanç, sağlıklı bir yoldan akmıyorsa bizi fanatizmin pençesine de atabilir. Dini inanç, ahlaklı bir insan olmamızı garanti etmez, aksini iddia edenini hiç görmedim bugüne kadar ama sağlıklı bir anlam arayışı için güvenli bir parkur sunduğu da açıktır. Kendimi açıkça ve samimiyetle ortaya koyarak, okuyucuyla sohbet etmek istiyorum.
İnançsız insanlar, aslında kendini özgür olarak nitelendiriyorlar. Aslında düşününce bana da çok özgür olduklarını düşündürtmüyor değiller. Bu konuda ne söylemek istersiniz? İnançsızlar, inançlılara oranla daha özgür değiller mi?
Çok haklısınız, genel geçer olarak bilinen olgular aynen böyledir; inançsız insanlar hem daha özgür olduklarını söylerler hem de özgürlüğü daha çok yüceltirler. Bu söylem Sartre ve Camus, Yalom gibi ateist varoluşçularda doruğa yükselir. Benim kitabımda asıl muhatap aldığım ve karşı görüş oluşturmaya çalıştığım anlayış da budur. “Hoşçakal” kitabım da esasen Yalom’un ölüme ateistçe bakışına karşı tezler üzerine oturuyor. “Hayat anlamsız olmasına anlamsız ama bu anlamsızlığı anlayabilmen, buna rağmen ayakta kalman da senin özgürlüğünün gücü aslında. Madem bu kadar özgür ve güçlüsün, bunun tadını çıkar, hazır eline böyle ömür diye bir armağan geçmişken hiçbir şeyi dert etme, neşeyle keyfine bak” der ateist varoluşçuluk… Ben ne yaparsam yapayım, kendimi bu görüşe yakın hissedemiyorum. Böyle bir bakışın hayatta işler yolunda giderken işe yarayabileceğini kabul ediyorum ama insana hayatın güçlüklerine karşı aradığı güvenli limanı sağlayacağını hiç sanmıyorum. Anlamsızlığı ve anlamsızlığa dayalı özgürlüğü bir kez kabul edersek, birçoğumuz “nasıl olsa anlamsız her şey” diye sefih bir hayat tarzını seçeriz, diye kaygılanıyorum. Hem inançlı hem özgür olmanın mümkün olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
“Zevkler arttıkça bunlara karşı duyarlılığımız azalır. Keyifli zamanlar çabuk biterken acılı anlar geçmek bilmez.” Aslında hayatın anlamı sanki birazcık da olsa bu cümlede saklıymış gibi duruyor. Benim için çok anlamlı ve fazlasıyla değinilmesi gereken bir cümle gibi duruyor.Benim için de… Meşhur Schopenhauer ve Nietzsche tartışması da tam da bu cümlenin içerdiği anlam örgüsünün etrafında döner. Schopenhauer, madem zevkler ve hoşnutluk geçici o halde niye kendimizi onlar için heder edelim der ve zevke yönelen değil, acılardan kaçınmaya dayalı bir hayat tarzı savunurken Nietzsche, hayatı olduğu gibi kabullenmenin önemi çerçevesinde oluşturur hayat felsefesini… Galiba ben ikisinin ortasında yer alıyorum; evet evet benim varoluşçuluğum bir mutedillik, bir orta yolculuk varoluşçuluğu…
İnsanların mutsuzluklarının sebebi, kendilerinin herkesten daha akıllı olduğunu sanmaları olabilir mi? Ve herkes değerinin bilinmediğinden şikâyet edip duruyor. Siz bu konuda ne dersiniz?Size katıldığımı söylerim. Hepimizi kadrimiz kıymetimiz anlaşılsın isteriz, doğduğumuz zamandan beri böyledir bu. Annesi, ebeveyni tarafından takdir edilen, değer verilen çocukların ileride daha tatminkâr, daha mutlu olmalarının nedeni de budur. Biz de psikoterapide galiba yeterince takdir edilmemiş insanların bu hislerini yatıştırmaya çalışarak yapıyoruz mesleğimizi…
“Bir insanın ne söylediğine, ne yazıp çizdiğine değil; söylerken, yazarken nasıl yaşadığına bakmak lazım” diyorsunuz.Söz, bizim en mucizevi yanımız. Kur’an-ı Kerim’e göre şeylerin adlarını bildiğimiz için meleklerden daha üstünüz. Tamam, söze dökebilen bir varlık oluşumuz bizi fevkalade önemli, varlıklar dünyasında biricik hale getiriyor ama bir yandan da insanın samimiyetsizliğinin, sadece söyleyip geçen, özü sözü bir olmayan, yani yalancı bir yaratık olmasının da yolunu açıyor. İnsan yalan söyleyen, kendisini bile kandırabilen yegâne varlık aynı zamanda. O halde ne söylediğimize değil insan oluşumuzdan kaynaklanan şerefi nasıl hayata döktüğümüze bakmalı, sadece sözüne değil, sözünün eri olup olmadığımızla da ilgilenmeliyiz.
En çok beğendiğim ve altını çizdiğim cümlelerinizden biri de şu oldu: “Sağlıklı bir insanın duygularının yol göstericiliği olmaksızın, düşünce üretebilmesi mümkün değildir.”Maalesef biz modernlerin, biraz da tıbbi ve psikolojik bilimlerin hatalı bir anlatımı nedeniyle en çarpık algıladığımız konulardan birisi duygu-mantık karşıtlığı. Bu konuyu o kadar çok yanlış biliyoruz ki, kitapta özel bir bölüm ayırmak zorunda kaldık. Bugün beyin incelemeleri ve insan düşüncesiyle ilgili çalışmalar da gösteriyor ki, duygu ve mantık hiç de birbirinde apayrı süreçler değil, duygulardan kopmuş düşünce ve yargı bir işe yaramadığı gibi, en duygusuz, sadece mantığına dayalı iş yapanlar daha ziyade toplum düşmanı psikopatlar oluyor…
“Spor olmasaydı modern insanlar hayatlarında bulabildikleri büyük bir anlam parçasından yoksun kalırlardı” diyorsunuz, acaba insanlar hayatlarına anlam katabilmek adına uğraşlar mı ediniyorlar? Ve belki de bu uğraşlarının hayatın gerçek anlamı olmadığının farkına varmıyorlar mı?Sporun, özellikle futbolun modern insanın yaşamında yeni bir din olduğunu, kitlelerin adeta afyonu olduğunu söyleyen aslında hayatın anlamı üzerine yazan düşünür Terry Eagleton. Ben, tamamen olmasa da büyük ölçüde bu fikre katılıyorum. Spor hem seyirlik olarak hem de sağlıkla olan bağlantısına da dayanarak bedenlerimize tapınma narsizminin önünü açtığı için anlam konularında çok önemli. Ben sadece bir futbol takımına olan bağlılığı ve sevgisi sayesinde yaşayan birçok insan tanıyorum; birçok insan için hayatlarında yegâne anlam tuttukları takımları…
“Yaşıyorsanız ve yaşamaya çabalıyorsanız, hayatınızı kaderiniz olarak benimsemiş, bugüne kadar ona tutunabilmişsiniz demektir” ‘Hayatın anlamı var mı?’ sorusunun içinde kader inancıyla karşılaşmak biraz ilginç oldu. Kader inancı olan birisiniz ve “Hayatın anlamı var mı?” diye soruyorsunuz, sizce de bu bir çelişki değil midir?Bu konuyu anlatabilmek için öncelikle “kader” kelimesinin toptancı olduğunu söylemeliyim; “kader” dediğimizde birçok anlamı birden içeren bir söz kullanıyoruz aslında. İngilizcede kader, “destiny” ve “fate” olarak adlandırılır; ikisi pek de aynı şey değildir. Birisinde “başımıza gelen”ler, diğeri ise “başımıza gelecek olan”lar kast edilir. Ben “kader” dediğimde, daha çok başımıza gelenleri kastederim, insanın tekrar iradi bir varlık olması için çabaladığını iddia eden bir kitabın yazarından (ki o ben oluyorum) başka türlüsü de beklenemez. Evet, başımıza gelen, artık kabul etmekten başka bir şey yapamayacağımız yaşantılarımız bizim kaderimizdir. Başımıza geleni olduğu gibi kabul etmek, kaderimize, bize bu kaderi bahşeden Yaratıcımıza teslim olmak zorundayız ama bu madalyonun yalnızca bir yüzü, biz aynı zamanda kaderinin yazgısında rol alan, hayatının anlamını arayan iradi bir aktörüz, o nedenle asla ve kata, ölürken, hatta kıyamet koparken bile mücadeleyi elden bırakmamalıyız.
Acının da, yaşamın bir parçası olduğunu kabullenmek, hayatın anlamını bulmamızda biraz daha mı yardımcı olur?Şüphesiz. Bütün inancımla söylüyorum, acılar bizi olgunlaştırır, anlam dünyamızı, ufkumuzu genişletir, hayatın zorluklarına dayanma gücümüzü arttırır. Acılara böyle bakabilmeyi başarabilirsek zaten, hayat bize ne yapabilir ki… Bu yüzden dinlerin, acıları katlanabilir yapmak gibi bir işlevi olduğunu söyleyenler pek de haksız değillerdir…
Hayatın Anlamı Var Mı? 
Yazar: Erol Göka 
Timaş Yayınları / 2. Hamur / 
1. Basım 2013 / 224 Sayfa
Erol Göka; 1959 Denizli doğumlu. 1983’te “tıp Doktoru” oldu. 1989 yılında “ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı” oldu. 1992 yılında “Doçent” olmaya hak kazandı. “Psikiyatri ve Düşünce Dünyası arasında Geçişler”, “Varoluşun Psikiyatrisi”, “Bilimlerin Vicdanı Psikiyatri” kitapları psikiyatri ile ilgilenenlerin yanı sıra meraklı okurun da gündemine girdi… ‘Türkiye Günlüğü’, ‘Türkiye Klinikleri Psikiyatri’ ve ‘Avrasya Dosyası’ dergilerinin yayın, birçok tıp ve beşeri bilimler alanındaki derginin danışma kurullarında bulunmaktadır.

Yorumlar